Content feed Comments Feed

Slavoj Žižek, geçtiğimiz sene ülkesinde bir katliam gerçekleştiren Anders Behring Breivik özelinden yola çıkarak, Avrupa'da yükselen ırkçılığın kökenlerini irdelediği ve Avrupa'nın ırkçılık çıkmazından nasıl kurtulacağına dair önerilerini sunduğu bir makale kaleme aldı. Žižek'in Türkiye konusundaki artık göze çarpar hale gelen "iyimserliği" bu makalesinde de dikkat çekiyor.

1930’larda Hitler, anti-semitizmi, sıradan Almanların karşılaştığı belalar için –işsizlikten ahlaki çürümeye ve toplumsal huzursuzluğa dek- hikâye türünden açıklama olarak sunmuştu. Sadece “Yahudi komplosu”nu anımsatmak, basit bir “kavramsal haritalandırma” sağlama yoluyla her şeyi netleştiriyordu.

Günümüzün çokkültürlülük ve göçmen karşıtı nefreti, bunların aynı şekilde işlev görmemesi tehdidi mi taşıyor? Garip şeyler oluyor, günlük yaşamımızı etkileyen finansal iflaslar geçekleşiyor, ancak tüm bu olaylar anlaşılmaz biçimde yaşanıyor ve çokkültürlülüğün reddi duruma dair sahte bir netliği ortaya koyuyor: yaşam tarzımızın düzenini bozan, yabancı davetsiz misafirlerdir.

Bu nedenle, Batılı ülkelerde yükselen göçmen karşıtı eğilim (Anders Behring Breivik’in bir yıl önce bu hafta gerçekleştirdiği katliamla doruğa ulaşan) ile devam eden finansal kriz arasında bağlantı mevcut: etnik kimliğe sarılmak, şeffaf olmayan finansal tecridin girdabına yakalanma şeklindeki travmatik gerçeğe karşı koruma kalkanı görevi görüyor –asimile edilemeyen gerçek “yabancı cisim”, sonuçta kendini yürüten iğrenç bir mekanizma olan sermayenin kendisidir.

Kanlı eylemine tepkilerin yanı sıra, Breivik’in kendisini ideolojik olarak haklı çıkarmasına dair de bizi düşündürmesi gereken şeyler mevcut. Oslo’da 70’ten fazla insanı öldüren bu Hıristiyan “Marksist Avcısı”nın manifestosu kesinlikle deli saçması vakası değil; manifesto tamamen, yükselen göçmen karşıtı halkçılığın örtük temeli işlevi gören “Avrupa’nın krizi”nin tutarlı bir izahı –manifestonun gerçek tutarsızlıkları, bakışın içsel çelişkilerinin belirtileri.

Dikkat çeken ilk şey, Breivik’in düşmanını nasıl yorumladığı: her biri farklı politik alanlara ait olan üç unsurun bileşimi (Marksizm, çokkültürlülük, İslamcılık) –Marksist radikal sol, çokkültürlülük yanlısı liberalizm, İslami dini köktencilik. Düşmana ayrışık özellikler atfeden (Bolşevik-plütokratik Yahudi komplosu-Bolşevik radikal sol, plütokratik kapitalizm, etnik/dini kimlik) eski faşist alışkanlık burada yeni bir kılıfla dönüyor.

Daha da belirleyici olan ise Breivik’in radikal sağ ideolojinin etiketlemelerini değiştiren bunları kendince isimlendirme tarzı. Breivik, Hıristiyanlığı savunuyor, ama laik agnostik olarak kalıyor: Ona göre Hıristiyanlık sadece İslam’a karşı koymak için kültürel bir iskelet. Breivik, anti-feminist ve kadınların yüksek öğrenimlerini sürdürmekten caydırılmaları gerektiğini düşünüyor; fakat “laik” bir toplumdan yana, kürtajı destekliyor ve kendisini eşcinsel destekçisi olarak beyan ediyor.

Dahası Breivik Nazi niteliklerini (örneğin İsveçli Nazi destekçisi halk şarkıcısı Saga’ya sempatisini) Hitler’e yönelik nefretle birleştiriyor: kahramanlarından biri Norveç’teki Nazilere karşı direnişin önderi Max Manus. Breivik, Müslüman karşıtı olduğu kadar ırkçı değil: Tüm nefreti, Müslüman tehdidine odaklanmış.

Sonuncu ama son derece önemli olarak, Breivik Yahudi karşıtı ancak İsrail devletinin Müslüman genişlemesine karşı ilk savunma hattı olmasından dolayı İsrail destekçisi –hatta Kudüs Tapınağı’nın yeniden inşa edilişini görmek istiyor. Bakışı, çok fazla olmadıkları sürece Yahudilere “tamam” şeklinde –ya da “manifesto”sunda yazdığı gibi:

“Sayıları sadece 1 milyon olduğu ve bu 1 milyonun 800 bini Fransa ve İngiltere’de yaşadığı için Batı Avrupa’da (İngiltere ve Fransa hariç) Yahudi sorunumuz yok. Diğer yandan 6 milyondan fazla (Avrupa’nın yüzde 600’ü kadar) Yahudi’nin bulunduğu ABD gerçekten de hatırı sayılır bir Yahudi soruna sahip.”

Breivik’in hali böylece Siyonist Nazi şeklindeki en üst düzey çelişkiyi gerçeğe dönüştürüyor – bu nasıl mümkün?

Avrupa sağının Breivik’in saldırısına dair tepkileriyle bir anahtar sağlammış durumda: mantraları, “kanlı eylemini kınarken, Breivik’in “gerçek sorunlara dair meşru kaygılar”dan bahsettiğini unutmamalıyız –anaakım siyaset, Avrupa’nın İslamlaşma ve çokkültürlülükle uğradığı yıpranmadan bahsedemiyor” şeklinde. Ya da Jerusalem Post gazetesinden alıntılarsak; “Oslo trajedisini, Norveç ve başka yerlerdeki göçmen entegrasyonu politikalarını ciddi anlamda yeniden gözden geçirmesi için bir fırsat olarak kullanmalıyız.” (Aklıma gelmişken, aynı minnettarlığı Filistinlilerin terör eylemleri hakkında duymak da hoş olurdu, mesela, “Bu terör eylemleri, İsrail’in politikalarını yeniden gözden geçirmesi için bir fırsat vazifesi görmeli” şeklinde.)

O halde Avrupa, demokratik açıklığının dışlama temelli olduğu şeklindeki ikilemi kabul etmeli: Robespierre’in uzun zaman önce söylediği gibi “özgürlük düşmanlarına özgürlük yok” mu? Prensipte bu tabii ki doğru, fakat burada çok açık olması gereken bir şey var. Bir bakıma Breivik'in hedef seçimi doğru: yabancılara değil, yabancıların izinsiz girişlerine karşı çok hoşgörülü olan kendi toplumundan birilerine saldırdı. Sorun yabancılar değil, kendi (Avrupalı) kimliğimiz.

Avrupa Birliği'nde devam eden kriz ekonomik ve finansal kriz olarak görünse de bunun esas boyutu ideolojik-politik kriz. birkaç yıl önce AB anayasası referandumlarında yaşanan başarısızlık seçmenlerin AB'yi, halkı harekete geçirme konusunda yetersiz bir "teknokratik" ekonomik birlik olarak algıladıklarının açık işaretini verdi -son dönem protestolarına dek insanları harekete geçireilen yegâne ideoloji Avrupa'nın göçmen karşıtı savunması oldu.

Doğu Avrupa'nın komünizm sonrası devletlerinde son dönemlerde homofobinin patlaması durup düşünmemize neden olmalı. 2011 başlarında İstanbul'da binlerce eşcinsel, şiddet veya başka tacizler olmaksızın barış içinde bir yürüyüş gerçekleştirdi. Aynı günlerde Sırbistan ve Hırvatistan'da gerçekleşen eşcinsel yürüyüşlerinde polis, binlerce şiddet eğilimli Hıristiyan köktencinin gaddarca saldırısına uğrayan katılımcıları koruyamadı. Avrupa mirasına gerçek tehdidi Türkiye'dekiler değil, bu köktenciler temsil ediyor, bu nedenle AB Türkiye'nin girişini engellediğinde şu açık soruyu ortaya atmalıyız: aynı kuralları Doğu Avrupa'ya uygulamaya ne dersiniz?

Bundan bir asır önce G.K. Chesterton din eleştirisinin köklü çıkmazını açık bir biçimde ortaya koymuştu:

"Özgürlük ve insanlık uğruna kiliseyle savaşmaya başlayan adamlar, sadece kendileri kilise ile savaşabiliyorlarsa özgürlük ve insanlığı bir kenara attıkları noktaya vardılar. Sekülerlik yanlıları kutsal şeyleri bozmamışlardır; ama kendilerini memnun edecek bir şey varsa seküler şeyleri bozmuşlardır."

Aynısı din savunucularının kendileri için kabul edilmiyor mu? Kaç tane din savunucusu günümüz seküler kültürüne gaddarca saldırarak başladı ve anlamlı bir dini yaşamdan vazgeçerek son buldu?

Benzer biçimde, anti-demokratik köktenciliğe karşı savaşmak için çok istekli olan birçok liberal, teröre karşı sadece kendileri savaşabilirlermiş gibi özgürlük ve demokrasiyi kendi kendilerine bir kenara atacakları noktaya varacaklar. Eğer "teröristler" başka bir dünya aşkına bozmaya hazırsa, bizim terörle savaşçılarımız da Müslüman olan diğerlerine olan nefretlerinden dolayı kendi demokratik dünyalarını bozmaya hazırlar. Bunların bazıları insanlık onuruna, onu savunmak için işkenceyi -insanlık onurunun en ileri düzeyde aşağılanmasını- yasallaştırmaya hazır olacak kadar çok sevdalılar.

Aynısı, göçmen tehdidine karşı Avrupa'yı savunucuların son zamanlardaki yükselişi için de kabul ediliyor mu? Bunlar, Avrupa'nın Yahudi-Hıristiyan mirasını korumak için gayretkeşliklerinde, yeni bağnazlar Hıristiyanlığın gerçek merkezini terk etmeye hazırlar: her bireyin tümelliğe anında erişimi mevcut (Kutsal Ruh'tan ya da günümüzde insan hakları ve özgürlükten); Ben, küresel toplumsal düzen içindeki benim özel alanıma aldırmadan bu evrensel boyuta katılabiilrim. İsa'nın, Luka İncili'ndeki "rezil" kelimeleri, her türlü toplumsal hiyerarşiyi reddeden böyle bir evrenselliği hedeflemiyor mu?

"Biri bana geliyor ve annesinden, babasından, eşinden çocuğundan, erkek ve kız kardeşlerinden nefret etmiyorsa -evet, hatta kendi yaşamından- benim müridim olamaz."

Aile ilişkileri burada, bizim küresel düzen ya da gidişat içerisindeki yerimizi tayin eden belirli etnik ya da hierarşik bağlar için bulunuyor. İsa tarafından emredilen "nefret" bu yüzden Hıristiyan sevgiye değil, bunun doğrudan ifadesine karşı: kendini, içinde doğduğumuz organik çevreden "bağımızı koparmayı" emredecek şekilde seviyor -ya da Aziz Paul'ün dediği gibi; bir Hıristiyan için ne kadınlar ne de erkekler, ne Yahudiler ne de Yunanlılar vardır. Pek tabii ki, tamamen belirli bir yaşam biçimiyle tanımlanmış olanlar için İsa’nın görünümü gülünç ve travmatik bir skandal olarak algılandı.

Ancak Avrupa'nın çıkmazı çok daha derine uzanıyor. Sorun şu ki, göçmen karşıtı dalgayı eleştirenler, Avrupa mirası'nın bu nadide damarını savunmaktansa, kendilerini çoğunlukla Avrupa'nın kendi günahlarını itiraf etme, Avrupa mirasının sınırlandırmalarının mütevazıca kabulü ve kültürel zenginliklerinin övülmesi şeklindeki sonu gelmez ayinle sınırlıyorlar.

William Butler Yeats'ın "İkinci Geliş" şiirinin ünlü dizesi, günümüzdeki açmazımızı şu şekilde mükemmel betimliyor gibi görünüyor: "En kötü, tutkulu bir yoğunlukla doluyken, en iyi bütün inancından yoksundur." Bu dize, kansız liberallerle ateşli köktenciler -Müslümanlar olduğu kadar kendimizin, Hıristiyan köktencilerin- arasındaki mevcut kopuşun kusursuz bir betimlemesi. "En iyi", çarpışma için artık tamamen ehil değilken "en kötü" ırkçı, dinci, cinsiyetçi fanatizm ile iştigal ediyor. Bu çıkmazdan nasıl kurtulunur?

Almanya'daki bir tartışma yönteme işaret edebilir. 17 Ekim 2010'da Başbakan Angela Merkel, partisi muhafazakâr Hıristiyan Demokrat Birlik'in genç üyelerinin toplantısında şu açıklamada bulundu: "Birbirimizle tamamen yan yana ve mutlu bir biçimde yaşadığımızı söyleyen bu çokkültürlü yaklaşım iflas etmiştir. Tamamen iflas etmiştir." En azından, muhafazakârların birkaç yıl önce, her devletin en nüfuzlu alanda temellenmesi, aynı alandaki diğer kültürlere üye bireylerin de saygı göstermesi gerektiğini iddia ettikleri Leitkultur (egemen kültür) ile ilgili tartışmayı tekrarlayarak tutarlı olduğu söylenebilir.

Beautiful Soul (ABD'li aktör ve şarkıcı Jesse McCartney'in 204 yılında çıkardığı albümün ismi; ç.n.) şarkısını çalmaktan, böylesi açıklamalarda bulunup yeni yeni ortaya çıkan ırkçı Avrupa'dan şikayet etmektense, eleştirel bakışımızı kendi üzerimize çevirmeli, gelinen bu üzücü noktaya katkıda bulunan kendi soyut çokkültürlülük yanlılığımızın ne ölçüde olduğunu sormalıyız. Eğer bütün taraflar aynı nezaketi paylaşmıyor ya da bu nezakete saygı duymuyorsa, çokkültürlülük yasal olarak düzenlenmiş cehalet veya nefrete dönüşür. Çokkültürlülüğe dair çatışma halihazırda Leitkultur'e dair çatışmadır. Bu kültürler arası bir çatışma değil, farklı kültürlerin nasıl bir arada yaşayabileceğine ve yaşaması gerektiğine dair, eğer bir arada yaşıyorlarsa bu kültürlerin paylaşması gereken kurallar ve uygulamalara dair farklı bakışlar arasında bir çatışmadır.

Bu nedenle "ne akdar hoşgörü sergileyebiliriz" şeklindeki liberal oyuna yakalanmaktan kurtulabilmeliyiz -çocuklarını devlet okullarına gitmekten alıkoyuyorlarsa, kadınlarını örtünmeye ve belirli bir biçimde davranmaya zorluyorlarsa, çocuklarının evliliklerini kendileri düzenliyorlarsa, kendi zümrelerindeki eşcinsellere gaddarca davranıyorlarsa hoşgörü göstermeli miyiz? Bu düzeyde tabii ki hiçbir zaman yeterince hoşgörülü olmuyoruz , ya da kadınların haklarının ihlali ve benzeri konularda her zaman ve halihazırda çok hoşgörülüyüz.

Bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu, tüm iştirakçiler tarafından paylaşılacak esaslı bir evrensel proje sunmak ve bunun için mücadele etmektir. Ekolojiden ekonomiye dek, "Ne kadınlar ne de erkekler, ne Yahudiler ne de Yunanlılar"ın olduğu mücadelelerden çok var.

İşgal altındaki Batı Şeria'da birkaç ay önce küçük bir mucize gerçekleşti: Duvara karşı protesto gösterisinde bulunan Filistinli kadına İsrail'den bir grup lezbiyen kadın katıldı. Başlangıçtaki karşılıklı güvensizlik, duvarı savunan İsrail askerleriyle ilk karşı karşıya gelişte, geleneksel giyimli Filistinli kadının pembe saçlı lezbiyen Yahudi ile kuzaklaşmasıyla dağıldı, olağanüstü bir dayanışma gelişti -mücadelemizin nasıl olması gerektiğniin canlı işareti.

Sigmund Freud son yıllarında şu soruya dair kafa bulanıklığını ifade etmişti: bir kadın ne ister? Bugünkü sorumuz daha çok şu: Avrupa ne istiyor? Çoğunlukla, küresel kapitalist kalkınmanın düzenleyicisi olarak hareket ediyor, bazen geleneğinin muhafazakâr müdafasıyla cilveleşiyor. Her iki yol da unutulmaya, Avrupa'nın ötekileştirilmesine gidiyor.

Avrupa için kuvvetten düşürücü bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu, radikal ve evrensel kurtuluş mirasının yeniden canlandırmak. Görev, gerçek bir arada yaşamı sürdürebilecek ve farklı kültürleri karıştırabilecek, Leitkultur için yaklaşam muharebeye girişecek tek şey olan esaslı özgürleştirici bir Leitkultur ile salt hoşgörünün ötesine geçmek.

Diğerlerine sadece saygı duymayın -madem ki bugünkü problemimiz müşterek, onlara ortak mücadele de önerin.

http://www.abc.net.au/religion/articles/2012/07/24/3552623.htm adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Çeviri: Gerçeğin Günlüğü/Erkan Çınar

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

0 Responses to Avrupa ne istiyor? Çokkültürlülük çıkmazını aşmak

Yorum Gönder

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi