Content feed Comments Feed

Bu bölümde Neil Faulkner, Atina merkezli demokratik imparatorluğun yenilgiye uğratılmasının üzerine eğiliyor.

Yunanistan’daki en gelişmiş demokrasiye sahip olmakla birlikte, Atina aynı zamanda en zengin şehir devletti. Zenginliği, güney Attika’daki gümüş madenlerinden, deniz ticaretinden ve adım adım Atina İmparatorluğu’na dönüşen Ege şehir devletlerinin Pers karşıtı ittifakının önderliğini yapmasından geliyordu.

Yunanistan anakarasının daha muhafazakâr şehir devletlerine göre çifte tehditti. Demokrasinin Atinalı örneği, başka yerlerdeki oligarklara aşağıdan bir devrim korkusu salmıştı. Ve Atina İmparatorluğu’nun büyüyen serveti ve gücü, hasım şehir devletler arasındaki hassas güç dengesini tehdit ediyordu.

Milattan önce 5. yüzyılın ortaları ile birlikte demokratik-emperyalist Atina, Yunanistan üzerinde hegemonya kurmaya hazır gibi görünüyordu.

Milattan önce 431-404 arasındaki Peloponnes Savaşı, Atina önderliğindeki demokratik konfederasyona karşı Sparta önderliğindeki muhafazakâr ittifakı karşı karşıya getirdi. Atina yenildi, imparatorluk dağıldı ve demokratik davası yeni Sparta üstünlüğünün gölgesinde kaldı.

Savaş, hem imparatorluk üzerinde jeopolitik mücadele, hem de oligarklar ve demokratlar arasında sınıf mücadelesi şeklinde gerçekleşti. Yunan aristokratlarının, Makedon krallarının ve Romalı valilerin, milattan önce 510-506 yılları arasında başlayan Atina Devrimi’nin demokratik deneyimini yok ettiği uzun süreli karşı devrimin ilk aşamasıydı.

İkinci aşama milattan önce 330 yılında, Kral II. Philip’in Makedon ordusunun, Yunan şehir devletlerinin müşterek ordusu tarafından yenilgiye uğratıldığı Chaeronea Muharebesi çevresinde gelişmişti.

Şekli demokrasi Atina ve başka şehirlerde bir süre daha devam etti, ancak etkin güç başka yere kaydı. Milattan önce 336’da Tebes şehir devleti Büyük İskender’e başkaldırınca saldırıya uğradı, ele geçirildi ve tamamen yok edildi.

Radikal gelenekler çoğu kez, tarihin bakış seviyesinin altında, toplumun gizli derinliklerinde, halkın arasında, sömürüsüz, şiddetsiz, baskısız bir dünya, dönüşmüş bir dünya fikirlerinin olduğu yerde yüzyıllarca yaşarlar, muhalif azınlıklar arasında sürüp giderler. Yunan demokrasisi de böyle oldu.

Milattan önce 146’da, Yunan kitleler Roma egemenliğine karşı ayaklandılar, vergi tahsildarlarını ve ülke dışındaki toprak ağalarını kovdular ve eski demokrasilerini yeniden kurdular. 1871 Paris Komünü gibi, milattan önce 146’nın demokrasisi, yabancı işgalciler ve içerideki egemenlerden oluşan gerici ittifaka karşı savaşta yenildi.

Bu, Yunan demokrasisinin son nefesiydi. Çok önce, milattan önce 4. yüzyılın sonunda, Yunan aristokrasisinin çoğunluğunca desteklenen Makedon egemenliği onu boğmuştu.

Makedonya Krallığı; Yunan medeniyeti ile Balkan barbarlığının bir karışımıydı. Hükümdar ve maiyeti Helenizm’in bir merkeziydi ve Kral II. Philip kısmen Yunan şehir devletlerinin ağır piyade falanjlarına dayalı bir ordu tasarlamıştı.

Ancak Makedonya aynı zamanda, sözde otokratik monarşiyle gevşek biçimde birbirine bağlanan feodal toprak sahiplerinin ve kabile şeflerinin de bulunduğu bir konfederasyondu. Bu eğreti devlet iç ayaklanmayla cezalandırıldı. Makedonya kralının merkezi meşgalesi tahtını korumak ve ülkenin dağılmasını engellemekti.

İstikrarsızlık emperyalizmi yarattı. Kralın iktidarı, baronlarını sadakat ve hizmetlerine karşılık ödüllendirme yeteneğinde dayanıyordu. Kraliyet himayesindekileri finanse etmenin en kolay yolu savaş ve yağmaydı. II. Philip döneminde (M.Ö. 360-336) Makedonya Krallığı bütün güney Balkanlar’ı idare eden bir imparatorluk haline geldi.

Fetih; yağma ve haraç sağladı. Makedonya ordusu genişledi ve tamamen profesyonel bir güç halini aldı. Philip’in ayırt edici katkısı, bir “karma sınıflar” gücü yaratmak için üç ayrı askeri unsuru kaynaştırmaktı.

Krallık sınırlarındaki dağlı kabileler hafif piyadeleri sağlıyordu. Makedonya beylerinin aristokrat maiyetleri, feodal tipte ağır süvari oluşturmuştu. Ve özgür köylüler, Yunan tarzı ağır piyade falanjına dönüşmüştü. Krallık, elindeki insan hammaddesinin geleneksel savaşçı nitelikleriyle Yunan savaş biçiminin yöntem ve ilkelerini birleştirdi. Sonu., benzeri görülmemiş güç şeklindeki askeri mekanizmaydı.

Milattan önce 338’de, Yunanistan’ın orta kesimlerinde gerçekleşen Chaeronea Muharebesi’nde Makedonya ordusu, Yunan şehir devletlerinin bağımsızlığını yok etti. 7 yıl sonra kuzey Irak’taki Guagamela Muharebesi’nde ise Pers İmparatorluğu’nu yok etti.

Atinalılar, Persler’i ilk kez milattan önce 490 ve 480’de mağlup ettiler ve Türkiye’nin batısındaki Yunan şehirlerini özgürleştirdiler. Ancak sonrasında, nispeten geri kalmış olan Makedonya Krallığı’na boyun eğdiler. Ve Batı Asya’yı zaptetmeyi başaran, bu melez medeniyetti. Neden böyleydi?

Yunanistan’ın sadece yüzde 15’i ekilip biçilebilmektedir. Çok sayıdaki, küçük ve dağınık olan tarımsal ovalar dağ sıralarıyla birbirinden ayrılmaktadır. Her bir şehir devletinin bağımsızlığının dayanağı buydu. Milattan önce 5. yüzyılda toplanda birbirinden ayrı 1500 şehir devleti vardı.

Demokrasi, bu küçücük rakip devletlerin içinde koza gibi örülmüştü. Bunların en büyük ve en zengini olan Atina’da sadece 30 bin civarında yetişkin erkek yurttaş mevcuttu. Kadın, çocuk, yabancı ve köleleri de kapsayan toplam nüfus muhtemelen en az 200 bindi. Yunan demokrasisi dar ve parçalı bir toplumsal tabana dayanıyordu.

Jeopolitik bölünme, sonu gelmez yerel savaşlar anlamına geliyordu. Önce gelen devletlerle onların kendi müttefikleri arasındaki mücadele bazen geniş çaplı savaşlar anlamındaydı. Her zaman oldukça militarize edilmiş durumdaki Yunan toplumu, üretim fazlası yükseldikçe ve jeopolitik çekişme yoğunlaştıkça daha da militarize hale gelmişti. Peloponnes Savaşı bu yönelimin en üst düzeydeki dışavurumudur.

Gelmiş geçmiş hiçbir devlet, kalıcı hegemonya tesis edecek kadar güçlü değildi. Atina, milattan önce 404’te Sparta tarafından yenilgiye uğratıldı. Sparta, milattan önce 371 yılında Thebes tarafından yenildi. II. Philip –Kuzey Aslanı-, sonunda hepsini zaptedecek olan imparatorluğu kurarken, Yunan şehir devletleri kendi içlerinde bölünmüş kalmaya devam ettiler.

Bu sırada, şehir devleti demokrasisi ülke içinde büyüyen militarizasyon tarafından aşındırıldı. Uzun, uzak, sıkı dövüşülen seferler; profesyonel komutanların, paralı asker birliklerinin ve askeri uzmanların ortaya çıkışını gördü. Yunanistan’da iktidar piyade mızraklarıyla tasarlandı. Bunlar, yurttaş çiftçiler tarafından kullanıldığında demokrasi güçlüydü. Profesyonel paralı askerlerce kullanıldığında ise demokrasi baltalandı.

Antik Yunan medeniyeti emsalsiz çok yönlülük ve dinamizme sahipti, ancak içine hapsedildiği jeopolitik ve sosyolojik çerçeve ile keskin aykırılık içerisinde var olmuştu. Demokrasi, ne şehir devletlerinin içinde, ne de şehir devletlerinin arasında genelleştirilmedi.

Diğer yandan Makedonya, Yunan medeniyetinin ilerlemelerinin üstüne kondu ve bunları, orta büyüklükte bir kraliyet devletini bir Balkan imparatorluğuna dönüştürebilecek askeri sistemi yaratmak için kullandı. Teknik önemliydi, ancak boyut da öyle: bölgeyi ve fetih savaşlarını yürütmek, sonrasında da Yunan dünyasını birleştirmek için gerekli üretim fazlasını sadece Makedon Kralı kontrol etti.

Çünkü Yunanistan yukarıdan bir güçle –aşağıdan bir devrim yerine- birleştirilmişti ve demokrasi ölüme mahkûm edilmişti. Yunanistan, Batı Asya’nın fethi için lojistik üs haline gelmişti. Daha sonra, İskender’in imparatorluğunun dağılmasının ardından, daha geniş bir Makedonya “Halef” devleti içinde önemsiz bir vilayet halini aldı.

Topraklara ve Pers İmparatorluğu’nun üretim fazlasına –bu, Yunanistan’ın sahip olduğunun yüzlerce katı büyüklükte bir serveti ifade eder- el konulması, Yunan medeniyetinin bir şehir devlet demokrasileri ağından küresel emperyal sistem biçimine dönüşmesi anlamına geldi.

Bu arada daha batıda, antik askeri emperyalizmin daha dinamik bir biçimi doğuyordu. Antik Roma şehir devleti de kendisini küresel bir imparatorluğa dönüştürüyordu. Zaman içerisinde Roma, Doğu’daki yeni dünya düzeninin kudretli Makedon krallarını bile devirecekti.

http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/6772-a-marxist-history-of-the-world-part-15-the-macedonian-empire adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Yazı dizisinin "Yunan Demokratik Devrimi" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Neil Faulkner, yazı dizisinin bu bölümünde, “tarihin gördüğü en ileri siyasi düzen” olarak tanımladığı Yunan demokrasisini irdeliyor.


Demir tekniği, insan emeğinin üretkenliğinde ve toplumsal artıkta devasa artışları mümkün kılmıştı. Bu yeni servete, merkezileşmiş yönetici sınıf tarafından el konulması, onların Pers, Hint ve Çin İmparatorluğu’nu oluşturmalarına olanak tanıdı.

Ancak demir tekniği, bir alternatif sağladı. Çünkü hammadde bol, üretim süreci basitti, demir aletler ve silahlar herkes için erişilebilirdi. Bronz, bir soylu kesimini güçlendirmişken, demir, kitleleri güçlendirme potansiyeline sahipti.

Bu olsun ya da olmasın, kitleler sınıf mücadelesinin akıbetine bel bağlamıştı. Dünyanın küçük bir köşesinde kitleler galip geldi. Toprak sahibi soylular aşağıdan bir devrimle alaşağı edildi, katılımcı demokrasinin radikal bir tecrübesi başladı ve insanlık tarihindeki en büyük kültürel başarılardan birinin koşulları geldi.

Demokratik devrimin merkez üssü Atina şehir devletiydi. Milattan önce 510-506 yılları arasında, şehrin içindeki devrimci sınıf mücadeleleri diktatörlükten demokrasiye geçişi beraberinde getirdi. Hareket, üç belirgin aşamadan geçmişti.

İlk olarak 30 yıllık diktatörlük devrildi ve yerine geçici aristokrat hükümeti getirildi. İkinci aşamada, muhafazakâr aristokratların reformun önünü kesme girişimleri bir halk ayaklanmasını ateşledi ve bir demokratlar hükümeti kuruldu. Üçüncü aşamada, aristokratik karşı devrimin desteğiyle gerçekleşen bir Sparta askeri işgali yeni bir halk ayaklanması ile yenilgiye uğratıldı.

Atina demokrasisi hemen hemen iki yüzyıl sürecekti. Bu, Grek dünyasında başka şehir devletlerince de kopyalandı. Milattan önce 5. yüzyılın ortalarından itibaren Ege’deki neredeyse bütün şehir devletler birer demokrasiydi.

Atina demokrasisi, yurttaş kitlesinin en önemli kısmını oluşturan küçük çiftçileri güçlendirdi. Milattan önce 6. yüzyıl boyunca büyük toprak sahipleri, arazilerini borç karşılığı çalıştırma vasıtasıyla genişletmeye çalıştı. Bu mekanizma, antik dünyada sınıf mücadelesinin açıklama gerektirir şekilde merkezindedir.

Geleneksel toplumdaki küçük çiftçilerin, zor zamanlarda kullanmak için yastık altı birikimleri yoktur. Bazen hayatta kalmak, kötü hasadın üstesinden gelmek için zenginlerden borç almak zorunda kalırlar. Borç için tek güvenceleri toprakları ve emekleridir.

Büyük toprak sahiplerinin borç vermeleri konusunda başlıca özendiricileri daha fazla toprak elde etme beklentisidir. Borç geri ödenebilirse öyle olsun. Ancak ödeyemezlerse çok daha iyi. O durumda küçük tarlalar devralınabilir ve küçük çiftçiler, büyük toprak sahipleri için çalışmaya zorlanan köleler olarak borç esiri haline gelebilir.

Atinalı kitleler, borç ve borç karşılığı çalıştırma zincirini mücadele yoluyla kırdılar. Milattan önce 6. yüzyılın sonunda ellerindeki malları ve özgürlüklerini güvence altına almak için ortaya çıktılar. Atina toplumunun temel yapıtaşları büyük araziler değil, köylü “oikos”larıydı Bu Antik Yunan kelimesi, küçük çiftlik ya da atölye sahipliği temeline dayanan ataerkil ev anlamına gelir. (Oikos, Antik Yunan’da evde temel yaşam alanı olarak kullanılan odayı, evi veya –kamusal alana karşıt olarak- özel alanı tanımlar; ç.n.).

Küçük yurttaş çiftçiler, şehir devletleri milislerini oluşturdu. Muhtemelen toplam sayının üçte birini oluşturan zengin köylüler ağır piyade olarak savaştılar. Daha fakir köylüler hafif piyade ya da savaş gemilerinde kürekçi olarak savaştılar.

Şehir devletleri arasındaki savaş mahalliydi. Atina, milattan öne 5 ve 4. yüzyıllar boyunca dört yılın üçünde savaştaydı. Kara savaşındaki başarı, şehrin ağır piyade “falanj”larının (kalın mızraklılar bloku) boyutuna ve direncine bağlıydı. Denizdeki başarı, kadırga filosunun sayısına, hızına ve manevra kabiliyetine bağlıydı.

Toprak sahipliği ve milislik, Atina’nın küçük yurttaş çiftçilerini devrimci güce dönüştürdü. Milattan önce 510-506 arasındaki demokratik devrim bir yandan çiftçilerin, zanaatkârların, küçük tüccarların devrimiyken, bir yandan da yurttaş askerlerin ve yurttaş kürekçilerin devrimiydi.

Antik Atina demokrasisi bugünküne göre hem daha sınırlı, hem de daha derindi. Kadınların, yabancıların ve kölelerin siyasi hakları yoktu. Sadece yetişkin erkek yurttaşlar oy kullanabilirdi. Ancak bunların büyük çoğunluğu emekçi insanlardı. Ve kullandıkları güç gayet gerçekti.

Her yıl önde gelen on şehir yetkilisi (strategoi) seçimde aday olurdu. Asıl düşünen topluluk olan Dört Yüzler Meclisi (boule) kurayla seçilirdi. Tüm yurttaşların kitle açık hava toplantısı olan Halk Meclisi (ekklesia) devletin bağımsız karar alma topluluğuydu. Adalet, 2500 kadar sıradan yurttaştan oluşan jüri heyeti tarafından ifa edilirdi. Sürgün bozulma halinde bir tercihti; 6 bin olumsuz oy alan kişi on yıl boyunca şehirden sürülürdü.

Demokratik yapı, küçük mülkiyetin güvende olması demekti, sadece zengin olanlar vergi verirdi ve savaşa girme kararı savaşacak olanlar tarafından alınırdı. Antik Yunan demokrasisinin gerçekliğine dair şüphesi olanlar, onun aristokrat düşmanlarının zehir zemberek fikirlerini okumalılar.

Yunan dünyası, oligarklar ve demokratlar (her ikisi de Yunanca kelimelerdir) –‘az’ (oligoi) olanların hâkimiyetini onaylayanlar ve ‘yurttaş yığını’nın (demos) hâkimiyetini onaylayanlar- arasında keskin biçimde ayrılmıştı. Demokrasi düşmanlığı, Yunan felsefesi, tarihi ve sanatlarının büyük kısmına ilham vermiştir. Sokrates, Plato ve Aristo gibi sağ görüşlü entelektüeller, demokrasi karşıtı mücadelenin ideologlarıydı.

Çoğu antik toplumda, eğitim ve kültür küçücük bir azınlıkla sınırlanmıştı. Bu azınlık, servetini ve iktidarını korumakla meşguldü. Antik Atina’da siyasi iktidarı 30 bin erkek paylaşmıştı. Bu, eğitim ve kültür için devasa bir kitle tabanı yaratmıştı. Sonuç yaratıcılık patlamasıydı.

Partenon gibi büyük mimari eserler ve heykelcilik ve resim alanında insan vücudunun muhteşem natüralist temsilleri vardı. Tukidides’in tarihi, Sokrates’in felsefesi ve Aşil, Sofokles ve Euripides’in acıklı dramları mevcuttu. Özellikle, demokratik siyasetin teori ve pratiğinde başarı vardı. Atina’nın en büyük demokratik lideri Perikles kentin yönetimini şöyle tanımlıyor:

“Bizim yapımıza demokrasi deniyor, çünkü iktidar bir azınlığın değil, tüm insanların elinde… herkes kanun önünde eşit… önemli olan belli bir sınıfa üyelik değil, kişinin sahip olduğu mevcut beceri… Kimse, ona devlete hizmet için sahip olduğu sürece, yoksulluğundan dolayı politik belirsizlik içinde tutulamaz… Yetkili konuma yerleştirdiğimiz kişilere sadakatimizi sunuyoruz…”

Demokrasinin askeri edinimleri de aynı derecede etkileyiciydi. Muazzam Pers İmparatorluğu, Yunanistan’ı iki kez fethetmeye çalışmıştı. Atinalılar iki kez Yunan direnişine öncülük etmişlerdi; birincisi milattan önce 490’da Maraton’da karada, ikincisi milattan önce 480’de Salamis’te denizde. Sayıca daha az olsalar da, profesyonellerden oluşan orduya karşı amatör çiftçilerle savaşsalar da, her savaşta Atinalılar galip geldiler.

Pers Savaşları’nda, dünyanın gördüğü en ileri politik düzeni temsil eden özgür insanlar ordusu, geleneksel bir imparatorluğun ilkel militarizmine karşı zafer kazandı.

Ancak, ileride göreceğimiz şekilde, Yunan demokrasisinin yolu tarihsel bir çıkmaza çıktı.


http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/6674-a-marxist-history-of-the-world-part-14-the-greek-democratic-revolution adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Yazı dizisinin "Çin: Ch'in İmparatorluğu" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Critical Mass isimli bisikletli hareketinin kurucularından Chris Carlsson, tanınmış antropoloji/coğrafya profesörü David Harvey ile son kitabı "Asi Kentler" üzerine e-posta yoluyla bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşide, Harvey'in özellikle âdemi merkeziyetçiliğe yönelik eleştirileri öne çıkıyor.


Chris Carlsson: “Asi Kentler”i kimin için yazdınız?

David Harvey:
Hedefim, maruz kaldıkları kent yaşamının niteliklerine ve siyasi ve ekonomik iktidarın, insanların ihtiyaçlarını tatmin etmek yerine kendi arzu ve ihtiyaçları doğrultusunda (kâr ve sermaye birikimi için) şehirler inşa etmeye dair hegemonik bir hak iddiasında olma yöntemi göz önünde tutulursa, ortaya çıkan sınırlı seçeneklere dair ciddi soruları olan herkes için bir kitap yazmaktı.

Bunu yaparak, başvurduğum kuramsal çerçevenin niteliğine dair belirtiler sağlamak istedim ve bu sebeple görünüşte soyut (çoğu kez Marksist, ancak sadece öyle olmayan) kavramlar kullanıyorum. Ancak hedefim, bu kavramları herkesin kavrayabileceği bir yöntemle kullanmak (tabii ki her zaman başarılı değilim). Zira umuyorum ki, insanlar kullandığım çerçevenin türüne dair daha derin bilgi arayışına ilgili hale gelebilirler. Örneğin “Rant Sanatı”nda (Tam ismi “Rant Sanatı: Küreselleşme, Tekel ve Kültürün Metalaştırılması” olan, 2001 yılında yayımlanan Sermayenin Mekânları: Eleştirel Bir Coğrafyaya Doğru kitabının bir bölümünü oluşturan David Harvey makalesi; ç.n.) görünüşte esrarlı bir kavram olan “tekelci rant”ı kullandım, ancak bölümün sonunda insanların kavramın ne anlama gelebileceğini çok iyi anlayacaklarını ve rekabeti işleyişinin temeli olarak öven bir toplumun, tekel gücünü her ne şekilde olursa olsun güvence altına almak amacıyla her çareye başvuracak olan kapitalistlerce nasıl nüfuslandırıldığına ve onların söz konusu tekel gücüne başvurarak hak edilmemiş ranta nasıl el koyduklarına şaşıracaklarını umuyorum.

İnsanlar benim çerçeveme dair daha kapsamlı bir kavrayış isterlerse, kedi kitaplarım olan Sermaye Muamması ve Neoliberalizmin Kısa Tarihi, web sayfamdaki dersler gibi birçok kaynağı kullanabilirler. Buna karşın umuyorum ki Asi Kentler, öncelikle tüm bu materyallere göz atılmayacak kadar anlaşılırdır. Bana göre zamanımızdaki antikapitalist toplumsal hareketler için en büyük problemlerden biri olup bitenin dinamiklerine dair üzerinde uzlaşılmış bir çerçeveden yoksunluk; eğer aktivistleri yaptıkları şeye ve bunu yaptıkları genel duruma (ve değişik mücadelelerin birbirleriyle nasıl ilişkileneceklerine) dair daha kapsamlı düşünmeye bir şekilde teşvik edebilirsem çok mutlu olacağım.

Chris Carlsson: Şöyle yazmıştınız: “Kapitalist yaratıcı yıkımın kaotik işleyişleri, besbelli ki kolektif solu kitlesel protesto hareketlerinin dönemsel kabarışları sırasında bile enerjik fakat parçalanmış uyumsuzluğa düşürmekte… kapitalist değer yasasından daha radikal bir kopuşa ulaşmak için objektif koşulların vakti geldi de geçiyor bile diye düşünüyorum.”

Birçok insan için “kapitalist değer yasası”nı hedeflemek aşırı soyut. Bunu, insanların günlük hayatlarında görebilecekleri ve hissedebilecekleri kavramlarla başka bir şekilde ifade edebilir misiniz?

David Harvey:
“Kapitalist değer yasası” tabirini “küresel rekabet şartlarında kârın maksimizasyonu” tabiriyle değiştirebilirim ve o durumda 1980’lerden itibaren şehirden şehre, sadece Kuzey Amerika’da değil, Avrupa’da ve başka yerlerdeki (örneğin Mumbai ve Kuzey Çin) sanayisizleştirme (yaratımdan çok yıkım) şeklindeki tahrip edici tarihine işaret edebilirim.

Ancak sermayenin değer biçtiği şeyin ne olduğu ve başka türlü bir toplumda bunların yerine geçebilecek değerlere dair diğer düşünme yöntemlerinin bununla ne kadar kökten çeliştiğine dair soruya neden olmak için “değer” kavramını çok açık bir şekilde kullanmak istedim. Bain Capital’in (ABD’nin Cumhuriyetçi Başkan Adayı Mitt Romney’in sahibi olduğu sermaye şirketi; ç.n.) faaliyetini dirilten kapitalist değer yasasıdır ve değer sisteminin insanoğlunun özgürleşmesine ve iyiliğine son derece karşı olduğunu, sermayenin özümsediği ve uyguladığı, yolunun üzerinde duran tüm diğer değerleri ezen kendine özgü bir “değer yasası” olduğunu görmeliyiz.

Sermayenin özümsediği değerler insanın iyiliğine katkıda bulunmaz ve gerçekten de varlığımızı sürdürmemizi tehdit edebilir. Daha çok insan sermayenin değer sisteminin farkında hale geldikçe buna karşı “bizim” alternatif değerlerimizi daha fazla harekete geçirebiliriz. Kapitalizme karşı mücadeleyi değerler üzerine bir mücadele olarak görmek çok önemlidir. Bu, çeşitli zamanlarda, içtenlikle antikapitalist olan bir kurtuluş teolojisine can vermiştir. Sermaye sınıfının, eylemlerine can veren özgün “değer yasası”ndan bahsetmek ya da bunu kabul etmek istememesi bundandır. Sermayenin savunucuları, kapitalizmin aileleri parçalayan politikaları desteklemesine karşın kendilerinin ailevi değerlere uygun olduğunu iddia ederler. Özgürlükten yana olduklarını iddia ederler, fakat yanında oldukları özgürlüğün birkaç kişinin sömürmesi ve çoğunluğun emeğiyle geçinmesi, Wall Street’cilerin talancı uygulamaları vasıtasıyla ölçüsüz kâr payları elde etmeleri için kuralsızlıkları olduğunu söylemeyi ihmal ederler.

Chris Carlsson: Bu web sayfasını okuyanların çoğu, onurlu bir şekilde parasal kârın ötesindeki değerler üzerinde temellenen çeşitli biçimlerdeki kooperatifler, kolektifler ve tasavvurlar ile uğraşmakta. Ancak bunun yeterli olduğunu düşünmüyorsunuz. Şunu savunuyorsunuz: “…işçi egemenliğinde ve paralel hareketlerle –ortaklaşa sahipli projeler, “dürüst” ve “dayanışma” ekonomileri adı verilen şeyler, yerel ekonomik ticaret sistemleri ve takas, özerk alanların yaratılması (günümüzde en ünlüsü Zapatistalarınki) gibi- dünyayı değiştirme girişimleri, bunlar şiddetli düşmanlık ve etkin baskı karşısında sürdürülen asil çabalar ve fedakârlıklar olmasına karşın şu ana dek, daha küresel antikapitalist çözümler için uygulanacak şablon sağlamadılar… Doğrusu istenirse bunların hepsi kolaylıkla, tam olarak sermayenin uyguladığı kadar baskıcı olan biçimde işçilerin kolektif öz-sömürüde bulunduğu koşullara varmasıyla sonuçlanabilir.”

Tam anlamıyla, bir şehir ya da küçük bir işletme bir yana, tek ülkede sosyalizm var etme çabalarının her zaman başarısız olduğuna dikkat çekiyorsunuz. İnsanların neden bu çok büyük tarihi görmezden gelip herhangi bir şekilde bunun işlemesini sağlamaya çalışmayı sürdürdüklerini düşünüyorsunuz?

David Harvey:
Bu, solun tarihine iliştirilmiş en çetin çelişkilerdendir (düşünüşüne, projelerine ve faaliyetlerine). Hepimiz, kendi yaşamlarımızı kontrol etme, ikamet ettiğimiz mahallelerin yanı sıra işimizde bir dereceye kadar özerkliğe erişme isteğimizi anlayabiliriz; ve toplumdaki birçok unsur nezdinde yaygın ve geniş biçimde kabul edilebilir olduğuna inandığım bu basit arzu, daha geniş politikalar için temel teşkil edebilir. Sermaye, periyodik biçimde yaptığı şekilde çöküşe uğradığında işçiler işlerini kurtarmak için çoğu kez harekete geçer (2001-2002’de Arjantin’de olduğu gibi) ve kooperatifçilik ile işçi egemenliğinin umut verici uzun ömürlü örnekleri mevcuttur (örneğin Mondragon –1956 yılında Bask ülkesindeki Mondragon kentinde kurulan aynı isimli işçi egemenliğindeki kooperatif, 2011 yılı sonu itibariyle bünyesindeki 256 şirkette 83 bin 869 kişiyi istihdam etmektedir; ç.n.-).

Sorun şu ki, bu işletmeler, üreticilerin, otonom kuruluş biçimlerine yönelik bu bağımsız çabaları eninde sonunda kapitalist girişim gibi davranmaya zorlayan “rekabetin zorlayıcı yasalarına” tâbi kılındığı kapitalist değer yasasının (Evet, bu kadar önemli olmasının nedeni bu) baskınlığındaki şartlarda işliyor. “Kapitalist değer yasası”nın hegemonyasına meydan okumak için eninde sonunda böylesi bir yöntemle düşünmek ve eylemek işte bu nedenle çok önemli.

Nitekim Lefebvre, heterotofik (normalden başka bir yerde oluşan; ç.n.) uygulamaların, er ya da geç hâkim uygulamaların içine çekilmeden önce kısa süreliğine ayakta kalabileceğini belirtir. Bu, belli bir noktada hâkim uygulamalara meydan okumayı çoğaltmamız gerektiğini söylüyor ve bu, derinden kökleşmiş ve bütün yönleriyle egemen olan sermaye sınıfına ve bağlı olduğu değer yasasına (örneğin Bain Capital tarafından temsil edildiği gibi) meydan okumak anlamına geliyor. Bunun birazcık soyut bir fikir olduğu konusunda haklısınız; ancak bunu sahiplenemezsek bu kez tamamen başka soyut kavramlarla yönetileceğiz (“Pazar” ve “küreselleşme” gibi).

Chris Carlsson: Garrett Hardin’in “Meraların Trajedisi”ni, onun müşterek toprak ve kaynaklar ihtimalinin bile altını oyarak özel mülkiyet altındaki sürülerdeki sığır çobanlarını incelediğini belirterek reddediyorsunuz. Ancak ağırlıklı olarak, toplulukların kendi kendilerine yönettikleri müşterek kaynaklara dair nispeten küçük örneklemi nedeniyle Elinor Ostrom’un müştereklere dair fikirlerine de eleştirel bakıyorsunuz. Ostrom, devlet ve pazar şeklindeki basmakalıp karşıtlıktan uzak duruyor ise de, örgütlenme karmaşası sorunundan, bölgesel olarak yayılmış ekonomik ilişkilerden sıvışıyor (sizin öne sürdüğünüz şekliyle birçok anarşist ve otonomistin yaptığı gibi). “Radikal âdemi merkeziyetçilik –elbette değerli bir araçtır- üst seviye hiyerarşik otorite oluşturmadan nasıl işler? Çokmerkezciliğin ya da âdemi merkeziyetçiliğin herhangi başka bir biçiminin güçlü hiyerarşik baskı ve etkin yaptırım olmaksızın işleyebileceğine inanmak sadece saflıktır.”

Hâlihazırda, “para iktidarının mevcut demokrasisi”nde tamamen sahip olunan bir proje olan devletin, sermaye birikimi ve ekonomik büyüme dışında çıkarlara hizmet ettirilebileceğini düşünüyor musunuz?

David Harvey: Devletin yekpare değil, idari yapıların karmaşık bir ekosistemi olduğunu düşünüyorum. Kapitalist devletin özünde, benim "devlet-finans bağlantı noktası" adını verdiğim ve bugün en iyi Maliye Bakanlığı ve Merkez Bankası tarafından temsil edilen şey yatar; ve gerçekten, Lehman Brothers'ın çöküşünün ardından bu iki kuruluşun, ABD hükümetinin kontrolünü tamamen devralmasının çok açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Diğer birimlerdeki birçok projeye dair son sözü Maliye'nin söylediği gerçeği devlet bünyesinde herkes tarafından bilinen bir durumdur.

Devlet-finans bağlantı noktasının paralelinde, gerçekten de sermaye sınıfı iktidarının desteğiyle şekillendirilmiş adalet sistemince arka çıkılan asker ve polis güçlerinin yoğunluğuyla ilgili olduğundan birazcık yanlış isimlendirilen askeri-endüstriyel kompleks vardır. Bu, göze çarpar bir biçimde sermaye sınıfı devlet aygıtına doğru gider. Açıkça görülüyor ki, eğer kendimizi kapitalist değer yasasından özgürleştireceksek, devlet iktidarının bu biçimiyle yüzleşilmeli ve bu yenilgiye uğratılmalı.

Ancak bunun ötesinde, kamu yönetiminin sağladığı kamu hizmetlerinin birçok boyutu vardır -kamusal sağlık hizmeti, konut edindirme, eğitim ve kamu ortak mallarının idaresi. Bizim toplumumuzda, muhakkak bu yönetim dalları sıklıkla sermaye tarafından yozlaşmış hale getirilir, fakat devlet aygıtının bu görünüşlerini özgürlükçü kamusal gayelere doğru yola getirmek, yerel, ulusal ve hatta ulusal düzeylerdeki sol politik hareketlerin gücünün ötesinde değil.

İronik bir biçimde, neoliberalizm, sivil toplum kuruluşu biçiminin sınırlandırmalarının üstesinden gelebilirse devletin bu yönlerini halkın istemi doğrultusunda toplumsallaştıracak potansiyel bir yol açmıştır. Mevcut devletin bütün birimlerinin sermaye birikiminin ilerletilmesi için araç olarak kullanılmasının muhtemel olduğu konusunda uyanık olması gerekiyorsa da, soldan, devlet iktidarına yönelik cepheden taarruz, kanalizasyon idaresini ya da internet kurumunu ve hava trafik kontrolünü değil, devlet-finans bağlantı noktasını ve asker/polis bloğunu hedef almalıdır. Mevcut durum şudur ki, sermaye sınıfı pek de başka bir şeyi dert etmezken, egemenlik yetkilerini militarizasyon ve devlet-finans bağı vasıtasıyla yükseltiyor.

Chris Carlsson: Kitabınızın sonunda, “Kent yaşamı, hâkim sınıf ilişkileri dışında yeniden canlandırılacak ve yeniden inşa edilecekse, halk meclisleri gibi alternatif demokratik araçların inşası gerekiyor” diyorsunuz. Wall Street’i İşgal Et hareketinin, kamusal alanın yokluğunda nasıl gitgide geliştiğini düşünüyorsunuz?

David Harvey: Wall Street’i İşgal Et hareketine yönelik korkunç polis müdahalesinin, Wall Street’in, İzlanda’da gerçekleşen ve şimdi de İrlanda’da gerçekleşmekte olan gibi devlet-finans bağlantı noktasını tehdit edecek, bunun aleyhine dava açacak ve sonunda da bankacıları hapsettirecek bir kitle hareketinin ortaya çıkabileceğine dair paranoyak korkusunun belirtisi olduğu açık.

Onlar için militarizasyon vazgeçilmez yanıt ve bu militarizasyonun bir parçası da işgal hareketinin, etkinlikleri için bir kamusal alana sahip olduğunu inkâr etmek için kamusal alanı nizam altına almak. Bu durumda, kamusal alanın kamusal siyasi amaçlar için özgürleşmesi, verilmesi gereken ilk kavga haline geliyor. Meclisler, alternatif demokrasinin nasıl görünebileceğine dair bir kısa ve öz bir esinti sağladı, ancak küçük çapları ve sınırlı alanları, bir bütün olarak büyükşehir bölgesini göz önüne alabilecek halk iktidarının başka demokratik biçimlerinin, New York ya da Sao Paulo gibi kentlerin bir bütün olarak nasıl düzenleneceğinin deneyimlenmesini elzem kıldı.

Chris Carlsson: Fiziksel alanın ötesine geçerek, faydalı bir biçimde şuna dikkati çekiyorsunuz: "Burada aslına bakılırsa bir müşterekleştirme toplumsal pratiği var. Müşterekleştirme pratiğinin temelinde, toplumsal grup arasındaki ilişki ve hem kolektif olması, hem de metalaşmaması gereken -piyasa değişim ve piyasa fiyatlandırma mantığının sınırları dışında- bir müşterek muamelesi gören çevre boyutu yatar .

Chris Carlsson: Günümüzün, bir yandan etik alışveriş ile zihni meşgul iken, diğer yandan ırkçılık, patriyarki, homofobi ve başka kimlik sorunlarını ele alan mevcut toplumsal hareketlerinden doğan "müşterekleştirme" mantığını nasıl görüyorsunuz?

David Harvey: Bana göre muazzam bir kent ve kentli yaşamın esası, her türlü karşılaşmanın olanağını geliştiren her türlü insanın serbestçe birbirine karışması. Genellikle iyi nedenlerle, kadınlar, LGBT gençler ya da diğer "kimlikçi" denilen gruplar şehrin kamusal ve sözümona "müşterek" alanlarını serbestçe kullanamazsa, bu müşterek alanları kendi katılımları için özgürleştirecek hareketlerin ortaya çıkması kritik öneme sahiptir. Böylesi hareketler, daha kapsamlı müşterek politikalara hayati önem taşıyan bir boşluk sağlayabilir. Bu, söz konusu grup için sadece bir meşgale olunca ve dahil olma talebiyle başlayan şey bir dahil etmemeler hareketine dönüşünce sorun gelip çatar. İttifaklara ihtiyaç duyuluyor ve her türlü kamu yararı için kamusal alanları özgürleştirmek ne kadar çok kabul edilir hale gelirse, bir müşterekleşmeye erişmenin, müştereklerin inşasının ve şehrin ya da bir bütün olarak büyükşehirin her tarafında müşterekler siyasetine ulaşmanın demokratik olanakları da daha hazır olur. Ancak mücadele edilmesi gereken karşı hareketler var. An itibariyle, ayrımcı faşist hareketler (Yunanistan'daki Altın Şafak gibi) şehirlerin mahallelerini (örneğin Yunanistan’da) alan alan işgal ediyor; ayrımcı hareketler adına işgal edilen alanlar var. Bu tabii ki uç bir durum, fakat bir yandan müşterekler arası ilişki ve dâhil edilenler ve dışarıda bırakılanlar arasındaki dengenin, diğer yandan ise açık alanlar ve serbest kullanımların sürekli olarak tartışmaya ve politik mücadeleye açık bulunmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Bunlar, hepimizin içinde yer alması gereken türden mücadelelerdir. Ortada, sahip olunan kendiliğinden bir uyum yok ve aslına bakılırsa, kent yaşamı etrafındaki aralıksız ihtilafın belli bir seviyesinin çok olumlu bir özellik taşıdığını düşünüyorum.

Chris Carlsson: Sanatçılar ve “kültür emekçileri”, tarihsel olarak muhalefetin öncü sesleri olmuşlardır, ancak şu anda bunun çok daha azını görüyoruz. “Incite Collective”in (Tahrik Koletifi anlamına gelen bir yazın grubu; ç.n.) The Revolution Will Not Be Funded (Devrim Finanse Edilmeyecek; ç.n.) kitabında ortaya koyduğu gibi, çoğu insan şu ya da bu “kâr amacı gütmeyen endüstriyel kompleks” kuruluşuna borçlu. Muhalif türleri, piyasanın ve paranın mantığına kafa tutmayan sınırlar içinde güvende duruyor.

Şöyle yazmıştınız: “Cinsiyet, inanç, toplumsal gelenekler, sanatsal ve mimari toplantılara dair saldırgan olan tek şey bu, ancak kuruluşlara ve kapitalist tahakkümün uygulamalarına ilişkin saldırgan olan bambaşka bir şey ise bunların kültürel kuruluşlara derinlemesine nüfuz etmesi… Sermaye için mesele, böylesi kültürel farklılıkları ve kültürel müşterekleri, bunlardan tekelci rantı alabilmek için gereken sistemin parçası haline getirme, kapsama, metalaştırma ve paraya çevirme yöntemlerini bulmak.”

Büyük oranda bireyselleştirilmiş ve rekabetçi sanatçılar ve kültür üreticileri hizmet bedelinin ötesindeki bir dünya mücadelesi için nasıl ortak zemin bulur?

David Harvey: Ben, kültür emekçilerinin edilgen olduğu şeklindeki bakışla pek hemfikir değilim. Şartlar, fikir ayrılığının farklı ifade biçimlerinin benimsenmesini gerektiren şekilde değişmiştir (kültürün, endüstri ve sermaye birikimi ile varlık değeri yaratmanın aracı haline gelmesi şeklinde belirttiğim şey). Meydan okuma yerine yıkıcılık başlıca taktik haline gelmeli ve bunu yapmak için oldukça fazla gönüllülük belirtisi görüyorum. Akılma gelmişken, akademide de aynı sorunumuz çok fazla mevcut. Meslektaşlarımızın, bunu nasıl ele alacaklarına dair öğrenecekleri çok fazla şey var ve kültürel dünyada bu yıkıcılık için duyarlılık çok daha yaygın.

Chris Carlsson: Şöyle belirtmiştiniz: “Kent hakkı için mücadele, başkalarının ürettiği ortak yaşamın sırtından insafsızca beslenen ve bu yaşamlardan rant sağlayan sermaye iktidarlarına karşıdır… Kapitalist kentleşme, toplumsal, siyasi ve yaşanılabilir ortak alanlar olarak şehri daima yok etme eğilimi gösterir.” Amerikalılar özel mülkiyet fikri konusunda oldukça inançlılar. İlericiler bile mülkiyet sahipliğinin imtiyazlarını sorgulamaktan hoşlanmıyor.

Kentsel soylulaştırmayı ve bunun doğurduğu büyüyen kent mahallelerinin değerinin düşmesini durduracak, mahalle varlıklarının kolektif sahipliğini yaratmaktan başka anlamlı bir yol olabileceğini düşünüyor musunuz?

David Harvey: Beni sıklıkla hayrete düşüren şey, toplumsal yaşamın her türlü mücadele alanında sol deneyleme için geniş araç yelpazesinin hâlihazırda mevcudiyetidir. Gelir düzeyi düşük kitleler için barınmayı güvence altına almanın yollarını sağlayan her türlü mülkiyet düzenlemesi vasıtasıyla konut edindirme gayet doğrudur. Şimdiye dek bu araçların, kısmen ideolojik sınırlar nedeniyle, ancak bunun yanında söz konusu araçlara yönelik ideolojik ve başka biçimlerdeki desteğin yokluğundan ihmal edildiğini ve yetersiz kullanıldığını sanıyorum.

Mevcut yapılar bünyesinde çok şey yapılabilir, ama sorun örneğin yine özkaynak kooperatiflerinin, bunları ayakta tutacak ve genişletecek etkin toplumsal hareket olmadığından ne kadar sınırlı oldukları. Aksi halde, burada bir çatışmayı kazanma (örneğin soylulaştırmaya karşı), ancak muharebelerin çoğunu kaybetme ve antikapitalist savaşta hiçbir etki sahibi olmama durumundayız. Böyle olunca, savaşı hâkim pratiklere karşı vermeyi ne zaman ve nasıl öğreneceğiz?

Chris Carlsson: Kentleşme ve inşa edilmiş çevrenin sermayenin hareket yasaları genel teorisine uygun biçimlenme sürecine dair bir kavrayışın tamamlanması ihtiyacına işaret ediyorsunuz. Başka yazarlar, Fordist seri üretimin çöküşünü ve kapitalizmin “toplumsal fabrika” üzerinde temellenen bir sisteme evrilmesini analiz ettiler.

David Harvey: Fabrika benzetmesinden tamamen uzak durmamız gerektiğini düşünüyorum. Kentin sorunu oldukça farklı, çünkü sorun sadece üretimle ilgili değil, aynı zamanda tüketim, tüketiciyi özendirme ve gösteri (örneğin birçok şehre ekonomik güçlükler getiren ve Yunanistan’da kamu maliyesinin çöküşünde kilit rol oynayan Olimpiyat Oyunları) vasıtasıyla değerlerin paraya çevrilmesiyle ilgili. Marx’ın teorilerinden kazandığım şeylerden biri, mal üretimi ve malın piyasada değişim yoluyla paraya çevrilmesi arasındaki ilişki ve her ikisinin de eşit derecede önem taşıdığı, kentin “tüm bunların bir araya geldiği yer” olduğudur.

Chris Carlsson: Şunu belirtiyorsunuz: “Şehirdeki kamusal alanlar ve kamu malları her zaman bir devlet iktidarı ve kamu idaresi meselesi olmuştur ve böylesi alanlar ve mallar muhakkak kamusal mülkiyet yaratımı değildir.” Kamusal alanlar nasıl kamusal mülkiyet olur?

David Harvey: Dil bir kamusal mülkiyettir ve birbirimizle ilişkiye geçmek ve çevremizdeki dünyayı anlamak (kapitalist değer yasasından bahsetmek istememin nedeni olan şey) için kullandığımız dili değiştiren politik yaşamın ilgili olduğu şeyin bir parçasıdır. Dil cisimleştirilmeli ve somutlaştırılmalı (örneğin basılı olarak), tartışılmalıdır (örneğin bir mecliste ya da sohbet odasında). Müşterekleştirme tüm bu özellikleri kapsar. Bu sadece fiziksel bir alan değildir, ancak sokaktaki yığınlar hâlâ siyasi üstünlük sahibidir (Tahrir Meydanı’nda gördüğümüz gibi) ve sermaye sınıfının diğer bütün siyasi güçler (para, zor aygıtları, devlet aygıtının kilit unsurları, seçimler, hukuk vb.) üzerinde neredeyse topyekûn güce sahip olduğu ölçüde özellikle önemlidir.

Chris Carlsson: Son olarak, şunu iddia ediyorsunuz: “Âdemi merkeziyetçilik ve özerklik, neoliberalizm vasıtasıyla daha büyük eşitsizlikler yaratmanın birincil araçlarıdır.” Siyasi hareketler kendi özerklik yanlısı ve eşitlikçi pratiklerine tutunurken bu yörüngeyle nasıl mücadele eder?

David Harvey: Şu zamanlarda hayli tuhaf olan şey, solun büyük kısmının, sağın büyük kısmı ile âdemi merkeziyetçiliğin ve bütün merkezi iktidar biçimlerine karşı durmanın yanıt olduğunda hemfikir olması. Günümüz solunda baskın çıkan “örgütsel şekiller fetişizmi”nden bahsetmemin nedeni bu. Tek tek ele alındığında, piyasa tabii ki tahayyül edebileceğiniz en merkezi karar alma sistemidir ve kesinlikle, oldukça güçlü sermaye sınıfı iktidarını yaratan şey, böylesi rekabete dayanan âdemi merkeziyetçi piyasanın örgütlenmesidir. Böyle olur, çünkü "eşit olmayanlara eşit muameleden daha eşitsiz bir şey yoktur."

Eğer tüm dünya bir dizi bağımsız ve bütün yönleriyle otonom anarşist komünler şeklinde örgütlenseydi küresel müşterekler (örneğin biyo-çeşitlilik) nasıl korunacak, bazı komünlerin diğerlerinden daha müreffeh olmasını ne önleyecek ve insanların, malların ve ürünlerin bir yerden diğer yere akışı (bazı komünlerin dışlamaya ilişkin ilkeleri vardır) nasıl işleyecekti? İlginç biçimde, şirketlerin çoğu, yönetimin şebekelenmiş biçiminin örnekleridir ve şirket uygulamaları ile anarşist tasavvurlar arasında örtüşme olduğü gibi kabul görmeden geçip giden sol ve sağ arasında da her tür benzerlik vardır.

Politik eylemin merkezsizleştirilmiş dayanakları konusunda söylenecek çok şey var. Ancak bu, belli bir noktada basamak atlamalı ve günümüz muhalif toplumsal hareket bolluğunun ortasında sağ salim ayakta kalacak gibi görünen berbat hâkim sınıf pratikleriyle kapışmak için en azından büyükşehir biyo-bölgesel düzeyinde örgütlenmelidir.


http://www.shareable.net/blog/interviewed-david-harvey-on-rebel-cities adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Çeviri: Erkan Çınar/Gerçeğin Günlüğü

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız



Dizinin bu bölümünde aşırı merkeziyetçi ve yönetimi kitlelere karşı gaddarlığı ile bilinen Ch’in İmparatorluğu’nun kökenleri irdeleniyor.

Neolitik Devrim -ürünlerin yetiştirilmesi ve hayvanların ehlileştirilmesi- tek bir vaka değildi. Farklı mekânlarda, farklı zamanlarda ve birbirinden bağımsız yenilikle ortaya çıktı. Aşırı avlanma ve küresel ısınmanın kimi bileşimleri, her bir duruma yaşamsal dürtü sağladı.

Çin'in Neolitik Devrim'i milattan önce 6 bin dolaylarında başladı. İlk tarım köyleri, Çin'in kuzeyindeki Sarı Nehir vadisindeydi. Domuzlar ehlileştirildi ve sulanmış yamaç taraçalara darı (sonrasında buğday) ekildi. Tarım, bunu takip eden bin yıl boyunca Orta Ova üzerinden güneye doğru yayıldı.

Çok sonraları, milattan önce 2000'lerde başlayan Çin'in "Kentsel Devrim"i, Anyang gii antik kentleri merkez alan bir Bronz Çağı uygarlığı yarattı. Bu uygarlık, kuzeydoğu Çin'i 400 yıl boyunca (M.Ö. 1523-1027) egemenliği altında tutan Şang Hanedanı ile doruğa ulaştı.

Şang iktidarı, atların, savaş arabalarının ve bronzun masrafını çekmek için tahıl üretim fazlası üzerinde hakimiyete dayanıyordu. Ancak o da diğer Bronz Çağı uygarlıklarının yörüngesini takip etti: jeopolitik rekabetin devinimi Şang Çin'inin aşırı militarize olmuş ve aşırı genişlemiş hale gelmesine sebep oldu. Zayıflatılmış Şang, milattan önce 11. yüzyıl boyunca batıdan gelen Çu Hanedanı istilacıları tarafından yıkıldı.

Çu Çin'i (M.Ö. 1027-227) hiçbir zaman etkili bir şekilde merkezileşmedi; rakip, derebeylik şeklindeki devletlere bölünmüş olarak kaldı. Her devlette kilit bölgesel yönetimlere kral, kendi akrabalarını, uşaklarını ve yetkililerini atadı. Bu bölgesel beyler devleti duvarlarla çevrilmiş şehirlerden yönetti, çevreleyen kırsaldaki köylü üreticilerde üretim fazlası sağladı.

Uygarlık ilerlemişti. Çu egemenliğinde Orta Ova'nın güney sınırındaki Yangtze Nehri vadisinde pirinç yetiştirilmiş ve sığır güdülmüştü. Üretim fazlası ve lüks eşyaların uzun mesafeli nakli için büyük bir kanallar ağı inşa edilmişti. Tarımın sınırları kuzey, batı ve güneydeki dağlara kadar girmişti.

Ancak ahşap ve taş aletlerle çalışılırken üretim fazlası az oluyordu. Duvarlarla çevrili şehirlerin altyapısının ve feodal orduların desteklendiği koşullarda derebeyi seçkinler tarafından kaymağı sıyrılan kısım büyüktü.

"Çalış, doğan güneşten günbatımı gelene ve gün bitene dek çalış. Çayırı sürüyor ve toprağı tırmıklıyorum, ve et ve içkinin her ikisi de bana geliyor, öyleyse hangi güçlerin olduğu beni ne ilgilendirir?" Antik Çin'den bir köylü şarkısı, sonu gelmeyen çalışmayı ve uygarlığın "yük hayvanları" insanların politik yabancılaşmasını tescil ediyor.

Milattan önce 4. ve 3. yüzyıllarda, "Savaşan Devletler Çağı"nda derebeyi şiddeti giderek artan bir hale erişti. Ancak doğudaki Çu devletlerinin her biri bir diğerini hırpalarken batıda yeni bir güç doğuyordu.

Milattan önce 500'lerden itibaren Çin geniş çapta demir dökümüne başladı. Arkeolojik kayıtlarda muazzam miktarlarda dökme demir aletler -baltalar, sabanlar, çapalar, kürekler, oraklar, keskiler, bıçaklar- bulunmaktadır.

Demir, savaş halinin yoğunlaşmasıyla meydana gelen bir askeri devrime de olanak sağlamıştır. Demir aletler verimliliği arttırarak orduları desteklemek için kullanılabilen üretim fazlasını büyütmüştür. Demir silahlar da orduların öldürme gücünü arttırmıştır.

Savaş arabası, Antik Çin ordularının geleneksel darbe silahıydı. Bunların sayıları hemen artmalıydı. Ancak savaş arabası aynı zamanda sınırlı bir savaşçı seçkinin silahıydı. Öte yandan demir, piyadelerin eline güçlü silahlar verdi. Demir uçlu süngü atan bir yaylı tüfek, büyük bir beyin zırhını delebilirdi. Demir kılıç, çok keskin kalan sert ucuyla atların koşumlarını ve atları dilimleyebilir ve onları savaş arabalarından düşürebilirdi.

Daha fazla savaş arabası ile daha çok ve iyi silahlanmış piyadelerin yanı sıra istihkâmda, savaş makinelerinde ve kuşatma savaşında da ilerleme vardı. Son olarak tüm bunlar kadar önemli biçimde, Çin ordusunu gerçek bir "karma sınıflar" gücü yapan süvarilerin sahneye çıkışı vardı.

Yüzyıllarca, Çu Çin’inin kuzey sınırı boyunca Hsiung-nu, bozkırların atlı göçebeleri, Hun ve Moğollar’ın ataları bir yağma ve talan savaşı sürdürdü. Hsiung-nu, Çinlilere hafif atlı okçuların, hareketlilik ve ateş gücünün emsalsiz bileşiminin değerini öğretti.

Ders en iyi, Ch’in yarı uygarlaşmamış kuzey batı devletinde öğrenildi. Diğer Çin hükümdarları savaşçı krallarca yönetilen dağlık sınır krallığını uygarlık sırının haricinde olarak değerlendirdiler. Ch’in, Hsiung-nu’ya karşı cephede direndi. Askeri tesir, yegâne öncelikti. Gelenek ve muhafazakârlık, önünde engel oldu. Ch’in yenilikçiydi, çünkü öyle olmalıydı.

Uzak kuzeybatıda yerel egemenlik zayıftı. Vergiler, işçi hizmetleri ve zorunlu askerlik doğrudan bağımsız köylü çiftçilere dayatıldı. Duvarla çevrili şehirlerin feodal asalaklığı her yerden çok daha az külfetliydi.

Bu nedenle, Demir Çağı devriminin tarımda ve savaşta kritik kütleye eriştiği yer Çu Çin’inin en uzak kenarındaki vahşi Ch’in idi. Yeni düzenin mimarı Ch’in kralıydı. Savaşan Devletler periyodundaki kanlı zirvede Ch’in savaş arabası, yaylı tüfekçi ve atlı okçu orduları Çu’lu rakiplerini birbiri ardına fethetti.

Verilen insan yaşamı bedeli devasaydı. Bir zaferden sonra 100 bin mahkûmun kafası kesilmişti. Nihai zaferin ardından “zengin ve güçlü” 120 bin kişi sürgün edildi. Ch’in kralı, Shih Huang-ti, yani Tanrısal İmparator unvanını aldı.

Zafer, askeri-bürokratik seçkinler tarafından egemen olan merkezileştirilmiş bir Çin imparatorluğu yarattı. Ch’in imparatorluğu, kendinden bin yıl önceki Şang krallığından beş kat büyüktü. Tarımın ve demir tekniğinin yayılması, yarattığı üretim fazlasının da kat be kat fazla olması anlamına geliyordu.

Yol ağı, Roma İmparatorluğu’nunkinden uzundu, kanal sistemi dünyadaki hiçbir yerdekine benzemiyordu. Ağırlıklar ve ölçüler, yol ve yük arabası ebatları, hatta tarım aletlerinin şekilleri bile standartlaştırıldı.

İnsanlık tarihindeki en büyük inşaat projesi olan Çin Seddi, İlk İmparator tarafından Hsiung-nu’ya karşı bir engel olarak inşa edildi. 2 bin 240 mil uzunluğundaki orijinal set 7.3 metre yüksekliğindeydi ve sur boyunca sekiz insanın yan yana yürüyebileceği genişlikteydi.

Çin Seddi’nin inşası tam 12 yıl sürdü. İnşaat, yüz binlerce işçinin zorla çalıştırılmasını gerektirdi. Milyonlarca köylünün tahıl üretim fazlasını tüketti.
Fetih ve tedhiş ile yaratılan kısa ömürlü Ch’in İmparatorluğu aşırı merkezileşme, askeri tarzda sömürü ve öldürücü baskı ile nitelenmiştir. İlk İmparator Şi Huang-ti, olağanüstü gaddarlık, paranoya ve dengesizlikte bir savaş ağası ve zorbaydı.

Yönetim, tüm kitapların yakılmasını emrederek muhaliflerin entelektüel temelini yok etmeye çalıştı. Kitap gizledikleri ortaya çıkan âlimlerin ya kafaları kesildi ya da bu kişiler ölünceye dek Çin Seddi inşaatında çalıştırıldılar. Siyasi güvensizlik kendisini tarihi silme ve bir Ch’in “Miladı” yaratma girişimiyle göstermiştir.

İlk imparator’un ünlü Terracotta Ordusu tarafından korunan anıtmezarı, Büyük Piramit’i ve Tutankamon’un Mezarı’nı bile gölgede bırakacak çapta bir aşırı tüketimi gözler önüne serer. (Anıtmezar çok eski tasvirlerden bilinmektedir, henüz kazılmamıştır)

Ch’in Hanedanı, Şi Huang-Ti’nin milattan önce 210 yılındaki ölümünün ardından yıkıldı. Saraydaki iktidar mücadelesi, Çin genelindeki bir dizi feodal-aristokrat ve köylü ayaklanmasıyla aynı zamana rastladı. Nihai galip, yeni Han Hanedanı’nın (M.Ö. 206-M.S. 220) ilk imparatoru olan köylü devrimcisi Liu Pang’dı.

Han silsilesi, Ch’in Devrimi’nin istikrarını gösterir. Merkezileştirilmiş imparatorluk üstyapısı muhafaza edilmiştir, ancak bürokratlar, memurlar ve âlimlerden oluşan yönetici sınıfı tutarsız diktatörün keyfi öldürücülüğünün tehdidi altında değildir ve kitlelerin sömürülmesi, halkın hoşnutsuzluğunu gidermek için kâfi düzeyde gevşetilmiştir.

Soru, yeni imparatorluk düzeninin, Çin’in Demir Çağı dönüşümünün doruğunun kendini takip eden toplumsal ilerlemeyi kolaylaştıracağı mı, yoksa aksatacağı mı şeklinde. Çin İmparatorluğu bir başlangıç kapısı mıydı, bir engel miydi?

http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/6608-a-marxist-history-of-the-world-part-13-china-the-chin-empire adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Yazı dizisinin "Hindistan: Maurya İmparatorluğu" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Neil Faulkner, doruk noktasında günümüz Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’ini kapsayan bir alana erişen Maurya İmparatorluğu’nu ve imparatorluğun toplumsal yapısını inceliyor.

Çiftçilik, milattan önce 7000’lerde Hindistan’da İnduş Vadisi’nin batısındaki Kacchi Ovası’nda başladı. Burada buğdayın yabanıl ataları, arpa, sığır, koyun ve keçiler ehlileştirmeye uygundu. Bu doğal kaynaklar, küresel ısınma ve aşırı avlanma ile temsil bulan ekolojik krizden bir çıkış yolu sunmuştu.

Bununla birlikte İnduş Vadisi insanları çiftçilerin etkisinden üç bin yıl boyunca büyük oranda bağışık kalmışlardı. Alüvyal taşkın ovasının devam eden doğal bereketi, milattan önce 4000’lere dek tarımla uğraşmayı gereksiz kılmıştı.

Ondan sonra tarımın yayılması hızlı oldu. Milattan önce 4000’li yıllar zarfında İnduş Vadisi tarımsal köylerle dolduruldu. Milattan önce 3000’lerin ortasında, nehir havzalarındaki toprağın işlenmesiyle yaratılan devasa üretim fazlası bir “kent devrimi”ni devam ettirdi. İnduş, Erken Bronz Çağ’da bağımsız medeniyetlerin var olduğu dünyadaki sadece dört yerden biri haline geldi.

Milattan önce 2000’lerde, var oluşlarından sadece 500 yıl sonra Mohenjo-daro, Harappa ve diğer İnduş şehirleri terk edildi. Hint Yarımadası’ndaki Erken Bronz Çağ medeniyeti kendi ağırlığı altında çöktü. Kent merkezli seçkinlerce gerçekleştirilen aşırı birikim büyük bir ihtimalle, ahşap ve taştan yapılmış aletlere dayalı tarımsal ekonominin üretici kapasitesini felce uğrattı.

Orta Asya bozkırlarının göçebe çobanları arasında, kuzeye oranla çok değişik bir kültür gelişti. Bu uçsuz bucaksız alan, batıda Karpatlar’dan doğuda Mançurya’ya kadar uzanan yüzlerce millik bir çayır şeridiydi. Düşük yağış, şiddetli soğuk kışlar ve kızgın sıcak yazların bileşimi nedeniyle tarım, bozkırlarda yavaş bir ilerleme gerçekleştirmiştir.

Bozkır göçebeleri, atı evcilleştirdi, at arabasını icat etti, alaşım yayı geliştirdi ve bakır, bronz, gümüş ve altından müthiş objeler üretti. Heybetli doğuştan savaşçılar olan bozkır göçebeleri dünyanın en iyi atlı okçularıydı.

Bozkırlarda yaşam istikrarsızdı. İnsanların sayısı, sürülerin büyüklüğü ve otlağın yeterliliği ince bir dengedeydi. Eğer sıcak bir yaz çayırları yakıp yok ettiyse, savaş, yerinden edilme ve kitlesel göç bunu takip edebilirdi. Bu nedenle bozkır insanlarının, sel gibi güçle daha geniş bir dünya üzerinde etkisi olabilirdi.

Belirli aralıklarla ancak önceden kestirilemeyen bir şekilde Orta Asya dışına aktılar, gıda ve yem, ganimet ve servet, yerleşecekleri yeni bir yurt arayarak batıya, güneye ve doğuya, kurumuş çayırlardan bereketli ekilebilir topraklara yöneldiler. Örneğin milattan sonra 13. yüzyılda Moğollar, 5. yüzyılda Hunlar ve milattan önce 3. yüzyılda Çin’in kendisine karşı Çin Seddi’ni inşa ettiği Hiung-nu bunlardandı.

Çok önceleri, milattan önce 1500’lerde Aryenler bozkırları terk ettiler, Hindikuş Dağı’nı aştılar ve kuzeydoğu Hindistan’daki İnduş Vadisi’ne girdiler.

Göçebe çoban istilacılar olarak nispeten sayıca az ve ilk sıradaydılar; yaşam biçimleri ve kültürleri daha önce olduğu şekliyle devam edecek gibi görünüyordu. Bununla birlikte, yüzyıllar boyunca Kuzey Ovası’ndan Ganj Vadisi’ne ve sonrasında da güneye doğru Deccan’a yayıldılar.

O zaman, Hindistan’a milattan önce 800 dolaylarında ulaşan ve Hint-Aryenlerin balta girmemiş ormanlardaki ağaçları devirmesine, kuzey ve orta Hindistan’ı çiftliklerle kaplamalarına fırsat veren demire sahiplerdi.

Aryenler atları, at arabalarını ve fetihçilerin savaşçı kültürlerini tanıttılar. Hindu inancı muhafazakârdı, ritüelleştirilmişti ve korkunç güç tanrıları ile doldurulmuştu. Kast sistemi, savaşla şekil verilen yeni toplumsal hiyerarşiyi taşlaştırmıştı. Aryenler savaşçıydılar (kşatriya), rahiptiler (brahman) ve toprak sahibiydiler (vaişya). Dördüncü bir kast, surdalar karışık ırklardan köylülerdi. Yeni gruplar, Aryen-Hindu toplumuyla giderek büyüyen bir alt-kast aracılığıyla bütünleştiler.

Hinduizm kast sistemini meşrulaştırmıştır. Toplumsal düzen doğal bir düzendi, kutsal olarak onaylanmıştı ve yükselme kişisel bir meseleydi. Erdemliler uyumlu olanlardı; öldükten sonra daha üst bir kastta yeni bir bedende dirileceklerdi. Diğer yandan karşıt görüştekiler bir sonraki yaşamda alt kasta düşürülmeyi bekleyebilecekti.

İstilacılar kendi dillerini de doğurdular: Sanskrit. Bu dil, modern Avrupa dillerinin çoğunun türediği Hint-Avrupa dil grubunun değişik bir biçimiydi. Bununla birlikte Hindistan’da kast sistemi dilin kitleselleşmesini önledi: Sanskrit, eğitimli elitlerin dili haline geldi.

Demir teknolojisi Ganj Vadisi’ni zengin çiftlikler, güçlü hükümdarlıklar ve büyük ordularla doldurdu. Üç yüz yıl süresince rakip devletler üstünlük için savaştı. Milattan önce 321’de Çandragupta Maurya’nın tahtı zorla almasıyla Magadha, bu devletlerin en güçlüsü olarak ortaya çıktı. Bir Yunan yazar, Magadha ordusunun gücünü 200 bin piyade, 20 bin süvari, 2 bin savaş arabası ve 3 bin fil şeklinde tahmin etmiştir.

Milattan önce 321 ile 303 yılları arasında Çandragupta, Ganj Vadisi’ni, Kuzey Ovası’nı ve İnduş Vadisi’ni ele geçirdi. Hemen ardından gelen halefleri güney Hindistan’da başka fetih savaşları açtılar ve milattan önce 260’ta Maurya İmparatorluğu bugün Hindistan, Pakistan ve Bangladeş olan bölgenin neredeyse tamamını kapsadı.

Maurya fethi şiddetliydi. Kalingalılar direnenlerin sonuncularıydı fakat Maurya imparatoru Aşoka onları tamamen ezdi, 150 bin insan sürüldü, 100 bin insan öldürüldü.

Fethedilen bölgenin sömürülmesi sistematikti. Köleler (genellikle savaş esiriydiler) madencilikte, inşaatta, endüstride ve ev hizmetlerinde çalıştırıldılar. Köylüler toprakta çalıştırıldı. Hükümet bentlerin, sarnıçların ve kanalların bakımını sağladı. Sıradan köylüler kendi arazilerine kira, ürünlerine vergi verdiler. Tüccarlar ve zanaatkârlar da çeşitli vergi ve paylar verdiler.

Maurya İmparatorluğu, haraç veren köylü ve küçük tüccarların temeline dayalı olan bir üstyapıydı. Bu durum, Çandragupta zamanından devlet idaresine ve ekonomiye dair bir eser olan Arshashastra’da belirgindir. Tüm topraklar imparatora aitti ve tüm köylülerin ona vergi borcu vardı. Tek aracılar devletin atadığı yetkililerdi.

İmparatorluk şehirlere, şehirler ilçelere, ilçeler köy gruplarına bölünmüştü ve en küçük biri köydü. Her bir köyün muhtarı vardı. Her köy grubunun bir saymanı ve tahsildarı bulunuyordu. Ve hiyerarşi, altındakine değil üstündekine karşı sorumlu olan astlar şeklinde gidiyordu.

Bir ihbarcılar ağı halkın içinde casusluk yapıyor ve muhalifleri yetkililere bildiriyordu. Maurya fethini tamamlayan ve sonrasında imparatorluk idaresini şekillendiren Aşoka (milattan önce 269-232), Dhamma anlayışını destekleyerek herkesi kapsayıcı bir ideolojik hegemonyaya erişmeye çalıştı.

Budizm’in muhafazakâr bir biçimi olan Dhamma (Dharma adı da verilir; ç.n.) toplumsal harmoni çıkarına, farklılıkların hoş görülmesine ve gizli tutulmasına vurgu yapıyordu. Bu, Maurya toplumunun aykırılıklarını dondurarak kurutma girişimiydi.

İşe yaramadı. Aşoka’nın ölümünden 50 yıl sonra Maurya İmparatorluğu dağıldı. Yönetici sınıfın Hindu ve Budist kesimleri arasında gerginlikler vardı. Buyruk altına alınan devletler başkaldırdı. Dış düşmanlar ülkenin parçalarını kopardı.

Askeri üstyapı devasaydı. Romalı bir yazar, rakamları 600 bin piyade, 30 bin süvari ve 9 bin fil şeklinde belirtir. Ancak Maurya devleti, birleşmiş bir yönetici sınıf, ortak bir kültür ve iyi iletişimden oluşan yapıştırıcı olmaksızın alelacele bir araya getirilmiş bir karışımdı.

Pers İmparatorluğu dışarıdan fetih ile yok edildi. Maurya İmparatorluğu iç ahenk olmadığından içeriye doğru çöktü. Buna karşın Ch’in İmparatorluğu 2000 yılın ardından son buldu. Şimdi buna döneceğiz.

http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/6527-a-marxist-history-of-the-world-part-12-india-the-mauryan-empire adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Yazı dizisinin "Batı Asya: Pers İmparatorluğu" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Neil Faulkner bu bölümde, demirden yapılan araçların artı değeri yükseltmesiyle birlikte yaşanan gelişmeleri ve bunun sonuçlarından biri olan Pers İmparatorluğu’nu inceliyor.

Bronz Çağı imparatorlukları küçük ve ayrışmıştı. Mısır’da Nil, Irak’ta Dicle ve Fırat, Pakistan’da İnduş ve Çin’de Sarı Nehir’in büyük alüvyonlu taşkın ovalarına kurulmuşlardı. Uygarlığın bu ilk merkezlerinin arasında büyük çöl alanları, bozkırlar ve dağlar yayılmıştı.

Ahşap ve taş aletlerle üretkenlik düşük ve artı değer küçüktü. Bronz Çağı teknolojisini kullanarak, sadece büyük nehir vadilerinin olağanüstü bereketi şehirler kurmak, orduları ayakta tutmak ve imparatorluklar yaratmak için zenginlik sağlandı.

Geç Bronz Çağı’nda bile Knossos (Girit’te), Miken (Yunanistan’da) ve Truva (Türkiye’nin kuzey batısında) gibi yerleşimler nispeten azgelişmiş çevreyi temsil ediyordu. Buralarda mütevazı büyüklükte ve kocaman saraylar ya da kaleler vardı. Minos’un tüccar prenslerinin ve Miken savaş ağalarının servetleri, Yeni Krallık firavunlarınınkiyle karşılaştırılamazdı.

Bu durum, milattan önce 1000’den sonraki yüzyıllarda değişti: uygarlığın ve imparatorluğun çapı patlama yaptı. Demir Çağı çiftçileri arazilerin bakirliğini kırdılar ve buralarda buldukları ağır zemini sürdüler. Üretkenlik ve nüfus hızla arttı. Artı değerler, Demir Çağı imparatorlukları kurucularının Bronz Çağı’ndaki atalarını gölgede bırakmalarına elverişliydi.

Milattan önce 3. yüzyılın sonunda Çin, Ch’in devleti savaş ağası Shih Huang-ti tarafından birleştirildi. Shih Huang-ti, Geç Bronz Çağı’nda Şang Hanedanı’nın hâkim olduğunun beş katı büyüklükte bir alana egemen oldu.

Bundan bir asır önce, milattan önce 4. yüzyılın sonlarında Mauryalı savaş ağası Çandragupta, ilk Hindistan imparatorluğunu kurdu. Bir asır sonra zirve noktasına ulaşan Maurya İmparatorluğu sonunda İnduş Vadisi’nin büyük bölümünü, Kuzey Ovası’nın tamamını, Ganj Vadisi’ni, Nepal’i ve Deccan’ı kapladı.

Bundan iki asır kadar önce, milattan önce 6. yüzyıl ortasında üç büyük Pers fatihi, Sirus, Kambises ve Darius daha da büyük boyutta bir imparatorluk kurmuştu. Milattan önce 500 civarlarında, imparatorluğun doruk noktasında batıda Trakya’dan (Bulgaristan), doğuda İnduş’a (Pakistan), kuzeyde Kafkasya Dağları’ndan güneyde Nübye Çölü’ne kadar uzanmıştı.

Persler güneybatı İran’da çetin dağ vadilerinin yerleşik çiftçileriydiler. Medler, geniş kuzeydoğu İran bozkırlarının göçebe atlılarıydılar. Milattan önce 550’de Pers ve Med fetihle birleştirildi. İki nesil içinde Irak, Mısır, Türkiye, Pakistan ve Afganistan imparatorluğa dâhil edilmişti.

Milattan önce 6. yüzyılın Pers İmparatorluğu, bu nedenle uygarlığın dört asli merkezinden üçünü kapsamıştır –Nil, Dicle, Fırat ve İnduş nehir vadileri. Bunlar ve bunların arasında kalan alanlar tek bir emperyal devlet çatısında birleştirilmiştir ve haraç veren eyaletler yığını olarak yönetilmiştir.

Bu eyaletleri, birleşik bir kültürel bütün olacak şekilde kaynaştırma girişimi olmamıştır. Per İmparatoru’na “Yüce Kral” adı verilmiştir –kendi etnik ve dini kimliklerini, ekonomik ve toplumsal örgütlülüklerini ve kendi politik yapılarını koruyan, bariz biçimde tebaa olan bir dizi halkın yöneticisiydi.

Persepolis’teki imparatorluk sarayının ana izleyici salonuna giden tören merdivenlerini taş rölyef heykeller süsler. Bunlar, 23 ayrı tebaadan gelerek Ulu Kral’a aralarında giysiler, metal kaplar, altın, fildişleri, atlar ve develer, antiloplar, aslanlar ve okapiler gibi egzotik hayvanların olduğu hediyeler ya da haraçlar veren heyetleri tasvir eder.

Persepolis’teki binalardaki yazılar, imparatorluğun en önemli insanlarını listelerken, binlerce yazılı kil tablet de kraliyet ailesinin, memurların ve işçilerin gıda ya da gümüş masraflarını belgeler.

Böylesi geniş bir alanda haraç toplanması nasıl mecburi kılınmıştı? İmparatorluk, genel valilerin (satrap denilen) yönettiği büyük eyaletlere bölünmüştü. Satrapların imparatorluk başkentiyle bağlantısını bir yol ağı ve resmi posta sistemi sağlıyordu. Örneğin Kral Yolu, Türkiye’nin batısındaki eyalet başkenti Sardes’ten İran’ın batısındaki imparatorluk başkenti Susa’ya uzanmıştı.

Satraplar büyük orduları ve filoları yönetiyorlardı. Ancak büyük isyan ya da dış sefer olaylarında Ulu Kral önderliğinde ihtişamlı bir ordu oluşturulurdu. Bu ordunun bileşimi, imparatorluğun çok dilli karakterini yansıtırdı: her bir etnik bileşen kendi tarzıyla savaşırdı.

Ulu Kral’ın zenginliği Persepolis, Susa, Hamedan, Pasargad ve Babil’deki kraliyet saraylarının büyüklüğünden anlaşılır. Persepolis, izleyici salonlarının, bekleme odalarının, haraçlar için depoların, imparatorluk korumaları için koğuşların, duvarla çevrilmiş bir av alanının, devasa bir süs bitkisi bahçesinin ve zanaatkârların, tüccarların ve işçilerin geniş bir çarşısının yer aldığı uçsuz bucaksız bir yerleşimdi.

Büyük İskender milattan önce 331’de Persepolis’i ele geçirdiğinde, en zengin Yunan şehri olan Atina’nın 300 yıllık gelirine eşit değerdeki bir hazineyi de zaptetmişti.

Zenginliğine kasrşın Pers İmparatorluğu görece istikrarsız ve kısa ömürlü oldu. Kiros, Persleri ve Medleri birleştirerek güçlü bir fetih aracı yaramıştır. Persler mızrak ve yaylarla piyade olarak savaşmıştır. Medler ise birinci sınıf hafif süvariydiler. Hareketlilik, ateş gücü ve darbe vuran eylemin sonuçtaki bileşkesi bir fetih kasırgası yarattı.

Ancak askeri üstünlük, siyasi egemenlik ya da toplumsal dönüşüm ile denk tutulamaz. Persler sadece mevcut yönetici sınıfları birleştirmiş ve artı değerlerinin bir kısmını sahiplenmiştir. İmparatorlukları, güçle dayatılanı koruyacak her türlü birbirine bağlılıktan yoksundu.

İmparatorluğun genişliği ve çeşitliliği merkezi zayıflatmıştı. Yerel krallar ve eyalet satrapları muazzam gücü kullanıyordu. Başkaldırı yöreseldi, özellikle de daha uzak sınırlardaydı.

Pers İmparatorluğu, jeopolitik olarak kopuk ve kültürel anlamda birbirine yabancı varoluşları –Türkiye, Mısır, Irak, İran, Afganistan ve Pakistan- birbirine çimentolama girişimiydi. Bu nedenle doğal yatkınlığı kaynaşmadansa bölünmeyeydi.

Gelgelelim, kırılgan kabuğu parçalayan bir dış güç oldu. Milattan önce 6. yüzyıl sonlarında en büyük genişliğine ulaşmasıyla Pers İmparatorluğu, en uzak kuzeybatı sınırındaki bir başka uygarlıkla çarpıştı. Bu çarpışma, küçük köylü-çiftçi topluluklarına karşı dünyanın gördüğü en büyük imparatorluğun zenginliğini aşındırdı.

Pers İmparatorluğu, tamamen farklı iki toplumsal ve siyasi düzenin sınırlarını test etti. Her ikisi de Demir Çağı’nın ürünleriydi. Ancak bunlardan biri adeta küresel çapta antik emperyalizmin bir kopyası iken, diğeri ise devrimin öfke ve mücadelesinde yaratılmış yeni bir toplumsal düzendi. Demir Çağı dönüşümünün, en ileri toplumsal biçimine eriştiği yerler, Antik Yunan’ın küçücük şehir devletleriydi.

Bununla birlikte, buna dönmeden önce Hindistan ve Çin’deki uygarlığın istikametini göstermeliyiz.

http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/6421-a-marxist-history-of-the-world-11-western-asia-the-persian-empire adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Yazı dizisinin "Demir İnsanları" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Bu bölümde, uygarlaşmamış çevre ülkelerinde milattan önce 1300’lü yıllarda dünyayı dönüştürecek olan endüstriyel devrimin başlangıcı inceleniyor.

Birçok devrim, küresel sistemin çekirdeğinden ziyade çevresinde ortaya çıkar. Çevredeki yaşam daha az güvence altındadır, daha az kemikleşmiştir ve bundan dolayı daha az muhafazakârdır.

El emeği, Bronz Çağı’nın eski emperyal uygarlıklarında sömürülmüş ve küçümsenmiştir. Devasa artı değerler koparılmış ve savaşlarla, anıtlarla ve lüks ile heba edilmiştir. Yeni teknoloji yatırımı için geriye çok az şey kalmıştır.

Var olan seçkinler için yenilik, her halükarda tehlikeliydi. Yenilik düşünmeyi, sorgulamayı ve yeni olasılıkların tahayyülünü içerirdi. Bu nedenle insanoğlunun yaratıcılığı sadece iş görecek maddi kaynakları reddetmedi, aynı zamanda rahiplerin büyü ve mistisizmleriyle de uyuşturuldu.

Bir durgunluk ortamına karşı, ara sıra beceri kıvılcımı göze çarpar. Cam işçiliğini Mısırlılar, muhasebeyi Babilliler, alfabeyi de Fenikeliler icat etmiştir. Hâkim olana istisnalar şöyle meydana çıkıyor: lüks bir eşya, zenginliğin ölçülmesinin yolu ve bunu kaydetmek için bir yazı. Böylesi icatlar çiftçiler ya da zanaatkârların pek işine yaramıyor. Bu icatlar servetin harcanması ve kontrolüyle ilgililer, üretimiyle değil. Bunlar, bilim ve emeğin birbirinden ayrı hale geldiği bir toplumu yansıtıyor.

Uygarlaşmamış çevrede öyle değildi. Milattan önce 1300’lü yıllarda, dünyayı dönüştürecek olan bir endüstriyel devrim başlamıştı.

Arkeolojik kayıtlar nettir: bu zamandan itibaren metal nesnelerin miktarı, çeşitliliği ve kapsamlılığı patlama yapmıştı. Madencilik teknolojisi giderek artan bakır, kalay ve altın tedariki sağlayacak biçimde ilerlemişti. Eritme yöntemleri gelişmişti. Ve madeni eşya yapımcıları çoklu kaplar ve benzeri görülmemiş karmaşıklıkta nesneler oluşturmak için döküm tekniği kullanmaya başlamıştı.

Sardinya’dan bronz savaşçı heykelleri vardır. Danimarka bataklıklarından da bronz borazanlar. Kaslara benzetmek için kalıplanmış bronz zırhlar. Bronz kalkanlar, kılıçlar, kınlar, mızrak başları, baltalar, at koşumları, bıçaklar ve daha fazlası. Bazen bunlar büyük yığınlarla ortaya çıkar. Binlerce Geç Bronz Çağı yığını arkeologlarca bilinmektedir. Bunlardan İngiltere Isleham’daki 6 bin 500 parça içermekteydi.

Kısa zaman içinde bundan daha önemli şeyler oluyordu: madenciler, demiri direngen filizinden çıkarmanın yollarını deniyordu.

Demir yeni bir şey değildi. Yüzyıllar boyunca ilkel işlenmiş demir uygulamaları nadiren kullanılmıştı. Ancak hesaplı bir fiyatla kaliteli demir eşyaların seri imalatı için hiçbir teknik geliştirilmemişti.

Bu, çok eski çağlarda Kafkasya dağlarında yaşayan barbar bir kabilenin başarısı olabilirdi. Yeni teknoloji buradan Anadolu Hiti İmparatorluğu’na (Türkiye) sıçramış görünüyor. Bunun daha öteye yayılması, emperyal yönetici sınıfın demirden silah yapımını tek elde tutma çabalarıyla ertelenmişti.

Bu nedenle, el yapımı demir eşyalar milattan önce 1200 sonrasına dek yaygın hale gelmemiştir. Demircilik, Bronz Çağı imparatorluklarının devrilmesinin ortasında sıçrama yapmıştı. Çevrede ve büyük güçlerin ara bölgelerinde, bunun olmasıyla birlikte teknikte, üretkenlikte ve üretimdeki en büyük ilerlemeler kaydedilmiştir.

Demircilik bir ekonomik, toplumsal ve siyasi değişimler zinciri oluşturmuştur. Bronz pahalı ve nispeten yumuşaktı. Bu nedenle Bronz Çağı çiftçilerinin çoğu bronzdan değil, ahşap ve taştan yapılmış aletler kullanıyordu. Demir bol, ucuz ve serttir. Kullanımının önündeki engel yüksek erime noktası olmuştur.

Eritme, özel haddehaneler gerektiriyordu –yüksek ısılara ulaşması için havayı demir cevheri ve kömürden oluşan karışıma doğru iten körüklerin kullanıldığı fırınlar. Teknik bulunur bulunmaz sıradan çiftçiler kendi bahçelerinde haddehanelerini kurabilmiş ve kendilerini metal aletlerle donatabilmişlerdir.

Demir ile birlikte üretkenlikte artışın mümkün kılındığından şüphe duyanlar, ahşap bir kürekle yeri kazmayı ya da taş bir balta ile ağaç kesmeyi denemeliler. Demir, üç bin yıl önce tarımda, endüstride ve savaşta devrim yarattı. Etkisi, 19. yüzyılda buhar gücünün olduğu kadar dönüştürücüydü.

Aynı zamanda sosyal dünyayı tepetaklak edeceğinin de habercisi oldu. Bronz aristokratikti. Bronz Çağı dünyasına, savaş arabalarına binen pahalı silahlar ve zırhlarla donanmış savaş ağaları egemendi. Bunlar, ilkel aletlerle aralıksız çalışmak zorunda olan köylü kitlelerince desteklenmişti.

Demir, en önemli doğrayıcı ve kesiciydi. Demirden yapılmış baltalara sahip insanlar, yeni tarlalar yaratmak için sık ormanları ve cangılları temizleyebilirdi. Ayrıca demir sabanlarla ağır killi toprakları sürebilirlerdi. Demir teknolojisi, yeni bir tarımsal öncüler ve özgür köylüler dalgasını zincirlerinden saldı.

Demir aynı zamanda demokratikti. Bronz ustaları saraylar, demirciler köyler için çalışırdı.

Demir, sıradan insana bir mızrak ve bir kılıç verdi. Ve eğer bunun gibi bir başka adamla omuz omuza durursa –bir falanj oluşturduysa- savaş arabası taarruzunu durdurabilirdi. Ve bunu yapabilirse toprak ağasını öldürebilirdi.

Çok sayıda küçük şefin hüküm sürdüğü dış dünyada yerleşimden yerleşime giden, mal ve hünerlerini satan Erken Demir Çağı demircileri yeni dünya düzeninin bundan habersiz özneleriydi. Rakip şefler onların hizmetleri için kapışıyor ve bu durum ekonomik değerlerini, toplumsal konumlarını ve kendilerine ve zanaatlarına biçtikleri değeri yükseltiyordu. Dolayısıyla bu durum ona mükâfatlarını, bağımsızlığını ve bir mucit olmak için özgüvenini veriyordu.

Homeros, bu durumdan bazı şeyler yakalamıştır. İlyada ve Odessa’nın içeriği dört asrı kapsamaktadır. Şiirler milattan önce 12. yüzyılı resmetmektedir, ancak ağızdan ağza aktarılan destanlar olarak milattan önce 8. yüzyılda yazılı biçimde son hallerine erişmişlerdir. Homeros bazen Geç Bronz Çağı’nı, bazen ise kendi Antik Çağ’ını betimlemektedir.

Homeros, “Bir kâhin, bir doktor, bir şarkıcı, bir zanaatkâr her yerde memnuniyetle karşılanacağından emindir” dediğinde, bize imparatorluk sonrası çağda, milattan önce 8. yüzyılın “Karanlık Çağları”nda, küçük şefler ve gezgin demirciler dünyasında vaziyetin nasıl olduğunu anlatır.

İlk olarak uygarlaşmamış kuzeyde ortaya çıkan bağımsız zanaatkârlardan oluşan yeni sınıf, Homeros zamanında Doğu Akdeniz’de kökleşmişti.

Milattan önce 12. yüzyılda Geç Bronz Çağı imparatorlukları çökmüş, birbirlerine karşı askeri mücadelede tükenmiş, içerideki direniş ve dışarıdan gelen saldırıyla parçalanmıştı.

Bunları yerinden eden jeopolitik sistem, daha küçük devletlerin –Mısır gibi küçülmüş emperyal devletler, Ugarit gibi ticari şehir devletleri ve Filistin gibi uygarlaşmamış yerleşimler- sürekli değişen manzaralarıdır.

Demircilik, bu yeni, daha açık ve daha az yukarıdan aşağı dünyada gelişti. Deniz ticaretinin ada merkezi olan Kıbrıs, Doğu Akdeniz’de milattan önce 11. ve 12. yüzyıllardaki demir temelli endüstriyel devrime öncülük etti.

Eski iniş çıkış döngüsü, Bronz Çağı uygarlığının tekrarlayan ritmi kırıldı. Yeni bir teknoloji yeni bir ekonomi, yeni toplumsal ilişkiler ve yeni politik biçimler yarattı. Tarih, taze kanallar oluşturdu.

Bu kanalların bazılarını şimdi çizelge ile göstermemiz gerekiyor –Pers, Hindistan, Çin ve hepsinden önemlisi Akdeniz’de.

http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/6353-a-marxist-history-of-the-world-part-10-men-of-iron adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Yazı dizisinin "Tarih Nasıl Meydana Gelir" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Dizinin bu bölümünde, müsrif, durgun ve kriz eğilimli toplumlar yaratan sınıfsal ayrışmanın ilk safhaları inceleniyor ve “tarihin nasıl meydana geldiği” sorusuna yanıt aranıyor.

“Kent Devrimi”, Bronz Çağı’nın büyük emperyal uygarlıklarını yarattı. Fakat bu uygarlıklar savaşa, anıtlara ve lükse yüksek düzeyde boşa harcama ile niteleniyordu –rekabete dayalı olan ve bu nedenle birikerek çoğalan bir harcama.

Bu boşa harcama, dünyanın uzlaşmaz sınıflara ve rakip devletlere bölünmesinden kaynaklanıyordu. Ve bu, verimli kaynaklar ve rezervler ekonomisinin içini boşaltacak şekilde köylülüğün aşırı sömürülmesi ile sonuçlandı.

Emperyal uygarlıklar bundan dolayı ekonomik anlamda durgun ve toplumsal anlamda muhafazakârdı. İlerlemenin önünde aşılması güç engeller oluşturan, sınıfların ve devletlerin temelleriydi.

Bronz Çağı çıkmazı, duraklamak ve durumu değerlendirmek için faydalı bir fırsat sağlar. Şu anda karmaşık toplum yapısının tüm unsurları yürürlükte, öyleyse şu soruyu yöneltmek uygun: tarih nasıl meydana gelir?

Tarihsel süreci üç motor sürükler.

Birinci olarak teknik anlamda gelişme vardır. İlerleme, doğa üzerinde daha iyi hâkimiyeti olası kılan bilgi birikimi, emek üretkenliğinde artış ve insan ihtiyaçlarını tatmine uygun ekonomik kaynakların genişletilmiş mevcudu olarak tanımlanabilir.

Bu anlamda ilerleme kaçınılmaz değildir. Örneğin Shang Hanedanı Çin’inde, Miken Yunanistan’ında ya da Norman İngiltere’sinde bütün köylü nesilleri, tüm ömürlerini ne tarımsal ekipmanda, ne de yardımcı ekipmanda hiçbir kayda değer yenilik deneyimlemeden geçirmiş olabilir.

Sadece modern kapitalist toplumda teknik gelişme üretim biçiminde esastır. Marx, bu konudaki fikrini açıklarken açık bir biçimde şunu belirtmişti: “Eski üretim biçiminin değişmez biçimde korunması, tam tersine, daha önceki tüm endüstriyel sınıfların mevcudiyetinin birinci koşuluydu.”

Kapitalizm öncesi toplumdaki ilerleme rastlantısaldı, sosyo-ekonomik sistemin dinamiğinin özünde olan bir şey değildi. Sınıflı toplum öncesinde insan topluluklarının varoluşlarını tehdit eden ekolojik kriz muhtemelen kritik önemdeydi. Neolitik Devrim, küresel ısınma ve av hayvanlarındaki ani azalış karşısında bir yanıtmış gibi görünüyor.

Kapitalizm öncesi sınıflı toplumda, tekniğin gelişmesi daha geniş bir etki türü meselesiydi; bazıları yeniliğin hızlandırıcılarıyken, bazıları da ilerlemenin önünde engeldi. Bunu anlamak için, tarihsel sürecin diğer iki motorine göz atmamız gerekiyor.

İkinci motor, servet ve iktidar için yöneticiler arasındaki rekabettir. Bu, hem yönetici sınıflar içinde, örneğin rakip soylu gruplar arasında çekişme, hem de yönetici sınıflar arasında, rakip devletler ve imparatorluklar arasında olan çekişme şeklini alır.

Modern kapitalist toplumda böylesi bir rekabet hem ekonomik, hem politik-askeri boyutlara sahiptir. 20. yüzyılın ilk yarısındaki iki dünya savaşı esasen rakip milli-kapitalist bloklar arasındaydı.

Bunun aksine, kapitalizm öncesi sınıflı toplumda yöneticiler arasındaki tüm rekabet esasen politikti. Rekabetçi askeri birikim halini almıştı. Dünya, rakip gruplara ve devletlere bölünmüştü. Siyasi güvensizlik daimi bir durumdu. Askeri rekabet sonuçtu: her birinin rakibinden daha hızlı biçimde asker toplamaya, istihkâm ve silahlanmaya doğru amansız sürüklenmesi.

Tarihsel sürecin üçüncü motoru sınıflar arasındaki mücadeledir. Antik dünyada, rekabetçi askeri birikim yönetici sınıfın sömürü oranını arttırmasını ve köylülerden daha çok üretim fazlası sağlamasını gerektiriyordu.

Bu sürecin iki sınırı vardı. Biri, köylülerin ve ekonomik sistemin kendi kendini yeniden üretebilmek zorunda olmasıydı: aşırı vergilendirme, toplumsal düzenin maddi temelini tahrip edecekti (ve bazen de ediyordu). Diğeri ise köylülerin sömürüye karşı direnişiydi.

Bronz Çağı’ndaki sınıf mücadelesine dair çok az şey biliyoruz. Bir istisnası, Mısır’daki Teb şehrinde (günümüzün Luksor’u) milattan önce iki binlerden kalan belgelerden sağlanmaktadır. Bu belgeler, tapınakları ve seçkinlerin mezarlarını yapan hünerli madenciler, taş ustaları, marangozlar topluluğu ile ilgilidir.

Belgeler, sınıflar arası gerginliği tescil etmektedir. Esnaflar görece iyi kazansa ve makul saatlerle çalışsa da, zorba yöneticiler bazen vidaları sıkmaya çalışıyormuş. “Üretim fazlası”nın gereksimin olduğuna inananlar bir kez daha zorla çalıştırmayı kabul ettirmişlerdi. Fakat sömürülen bazen karşı koymuştu. Belgelerden biri, milattan önce 1170’te eşleri tarafından desteklenen esnafların yiyecek paylarının verilmesinin gecikmesi ve ailelerinin açlıkla karşı karşıya kalmasıyla birlikte greve gittiğini gösteriyor –tarihte kaydedilmiş ilk örnek.

Üç motor: teknik anlamda gelişme, rakip yöneticiler arasındaki rekabet ve sınıflar arası mücadele. Her bir motor çok farklıdır. Her biri farklı dışavurumlarla, değişken hızlarda ve kesintili etkiyle işler. Bu nedenle tarihsel süreç son derece karmaşıktır. Her bir motorun kendisi, sadece çelişkilerin bağlantı noktası değil, aynı zamanda her üç motor da eşzamanlı işler, bazen aynı doğrultuya, bazense zıt doğrultuya sürüklenir.

Bu nedenle her tarihsel durum emsalsizdir. Her biri ekonomik problemlerin, toplumsal gerilimlerin, siyasi uzlaşmazlıkların, kültürel farklılıkların ve kişisel etkilenimin kendine özgü “konjonktürü”dür.

Konjonktür, tarihsel devinimin meydana geldiği şartları sağlar. Ancak şartlar, sonucu belirlemez. Bu, tarihin gelecekteki yönüne karar veren toplumsal güçlerin –örgütlenmiş insan topluluklarından oluşan- çatışmasıdır.

Bronz Çağı uygarlığının ardı arkası kesilmeyen krizlerine dönelim. Boşa harcama, kaynakları üretken teknikten koparmış ve deney ve yenilenmeyi bastırmıştır. Dahası: bilimdeki ilerleme, büyü, din ve mistifikasyonun diğer biçimlerince engellenmiştir.

İlerleme, “doğru bilinç”e bağlıdır –dış gerçeklikle aynı olmasından ötürü insan eyleminde yararlı bir rehber olan dünya bilgisi-. “Yanlış bilinç” – tanrı-kral inancı, ilahi telkin ya da örneğin aynin faydası- aksi bir etkiye sahiptir: bilimin, uygulamalı çalışmanın ve dolayısıyla toplumsal ilerlemenin önünde engeldir.

Teori ve pratik, gerçek dünyada tekniği ve üretkenliği, şuuru ve özü, edebi kültürü ve emeği geliştirmek için etkileşmek yerine, emperyal uygarlıklarda ayrık hale gelmiştir. Mısırlı rahipler toprağı değil yıldızları incelemiştir ve doğa bilimlerinin değil mumyalamanın rehberini yazmışlardır. Mısırlı köylüler tarafından yaratılan zenginlik, putların anıtlarında israf edilmiştir. Mısırlı sanatçıların hünerleri, “el işi” olma şeklinde hor görülmüştür.

Bunun sonucunda, eski uygarlıklarda ilerleme engellenmiştir. Çıkmazı dağıtabilecek hiçbir yeni güç beslenmemiştir. Tarihin enerjisi, emperyal iniş çıkışın çarkını döndürmede tüketilmiştir.

Ancak milattan önce 1200’dem dünya sisteminin özü, sosyo-ekonomik muhafazakârlığın durgun yoğunluğunun üzerindeki jeopolitik kargaşa saçmalığı olarak görülebilseydi, çevre daha devingen olurdu. İşte, kralların, rahiplerin, bürokratların hâkimiyetinden nispeten bağımsız olan engin Bronz Çağı dünyasının göçebeleri, çiftçileri ve zanaatkârları, bili ve becerinin sınırlarını zorlamıştır.

Birçok buluş vardı. Ancak bunlardan biri en önemlisiydi. Bronz pahalı, aristokratik ve sağlam aletler ve silahlar yapmak için çok yumuşaktı. O buluş, ucuz, sert ve tüm dünyayı fethedecek derecede herkes için mevcut bir metaldi.

Geç Bronz Çağı krizinin kargaşa ve didişmesinin ortasına, Kuzey’den yeni istilacılar geldiler: demir insanları.


http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/6256-a-marxist-history-of-the-world-9-how-history-happens adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Yazı dizisinin "Bronz Çağı'nda Kriz" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Kuzey İrlanda’nın bağımsızlığı için mücadele eden dört örgütten üçü bir araya gelerek yeniden IRA’yı (İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) oluşturdu. Geçtiğimiz hafta yayımlanan bir deklarasyonla ilan edilen Cumhuriyetçilere yakın kaynaklar, “Yeni IRA”nın, bünyesinde Geçici IRA, Gerçek IRA ve Derry kenti merkezli Uyuşturucuya Karşı Cumhuriyetçi Eylem üyelerinin yer aldığı birkaç yüz silahlı kişiyi barındırdığını belirtiyor. Bir diğer Cumhuriyetçi yapı olan Devamlılık IRA ise yeni oluşumun dışında kaldı.

Yeni IRA’nın “Silahlı Konsey”i imzasıyla geçtiğimiz hafta yapılan açıklama şu şekilde:

“Kapsamlı istişarelerin ardından, İngiliz devletinin silahlı kuvvetlerine karşı silahlı eylemlere katılmış İrlanda cumhuriyetçileri ve birtakım örgütler, birleşik bir yapı içinde, tek bir önderlik altında, İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (IRA) tüzüğüne bağlı olarak bir araya gelmiştir.

IRA önderliği, 1916 Bildirgesi’nde kutsal kabul edilen ideal ve prensiplerin tamamen gerçekleştirilmesine bağlı kalmaya devam etmektedir.

Son yıllarda özgür ve bağımsız İrlanda’nın inşası, İrlanda milliyetçiliği önderliği arasındaki başarısızlık ve cumhuriyetçilik içindeki çatlaklar nedeniyle gerilemeye uğramıştır. Yurdumuzdaki çatışmanın temel sebebi, ulusumuzun vazgeçilemez hakkı olan kendi kaderini tayinin tahrip olması ve bundan daha bahsedilmemiş olmasıdır. Bunu yerine İrlanda halkı sahte bir barışa satılmış ve bu, Stormont’taki sahte bir parlamento tarafından incelenmeden onaylanmıştır.

Bunu onaylamayan cumhuriyetçiler, İngiliz devlet güçlerinin tacizine, tutuklamasına ve şiddetine maruz kalmaktadır; diğerleri ise bir İngiliz derebeyliği doğrultusunda enterne edilmektedir. Provokasyon ve çatılmayı seçen IRA değil İngiltere’dir.

IRA’nın silahlı mücadele vekâleti İngiltere’nin, İrlanda halkının ulusal kendi kaderini tayin ve bağımsızlık gibi temel haklarını inkârından kaynaklanmaktadır –İngiltere, İrlanda’da ulusal ve demokratik hakların inkârında ısrar ettikçe IRA bu hakların olduğunu göstermeye devam edecektir.

İrlandalıların özgürlüğü arayışında silahlı mücadelenin gerekliliğinin önüne ancak, ülkemizdeki İngiliz askeri varlığının ortadan kalkması, silahlı milislerinin dağıtılması ve ülkemizdeki İngiliz siyasi müdahalesinin ortadan kaldırılması sürecini detaylandıran uluslararası gözleme tâbi bir takvimle geçilebilir.”


Çeşitli kaynaklardan derlenerek çevrilmiştir.

Dizinin bu bölümünde Bronz Çağı imparatorluklarının neden ortaya çıkıp çöktükleri ve bu çelişkili toplumsal yapının neden uzun zamanlar kendini tekrar ettiği irdeleniyor.

Bronz Çağı imparatorlukları ortaya çıktılar ve yıkıldılar. Akad İmparatorluğu (Irak’ta kurulan), milattan önce 2190 civarında, ortaya çıkışından 140 yıl sonra aniden yıkıldı. Mısır’daki Eski Krallık’ın yıkılışı da bundan kısa bir zaman önce, milattan önce 2250 dolaylarında aynı anilik ile gerçekleşmişti.

Erken Bronz Çağı uygarlığı neden başarısız oldu? Detay mevcut değil, ancak Mısır kaynaklarında kıtlık, devletin parçalanması, batıdan Libyalı akıncıların ve doğudan da Nübyeli akıncıların baskını görülüyor. Buna karşın net olmayan şey bunların gerçekleşmesinin neden gerektiğiydi. Neden piramit inşacılarının bir zamanlar güçlü olan merkezileştirilmiş devleti artık halkını besleyemiyor, otoritesini sürdüremiyor ve sınırlarını koruyamıyordu?

Bu ortaya çıkış ve yıkılış şekli tekrar eden bir şeydi. Erken Bronz Çağ krizinin yarattığı kargaşadan yeni imparatorluklar doğmuştu. Milattan önce 1600-1200 yılları arasında Doğu Akdeniz bir kez daha rakip imparatorluklar arasında bölündü –Yeni Krallık Mısır’ı, Anadolu Hititleri (Türkiye), Kuzey Mezopotamya’daki (Irak) Mitanniler ve Miken Yunanlıları.

Söz konusu Geç Bronz Çağı jeopolitik sistemi, milattan önce 12. yüzyıl süresince şiddetli saldırı ve ihtilaf ortasında çöktü. Savaş durumuna geçmiş Eski Krallık firavunları, Libyalılardan ve “tüm topraklardan gelen kuzeylilerden” eşgüdümlü saldırıları kayda geçmişler. Bahsi geçen ikincisi daha tehlikeli. Bu farklı etnik yapılardan oluşan “deniz insaları”, büyük korsan filoları oluşturmuşlar. III. Ramses, “Bu insanların hepsi birden ilerlemekteydi. Hiçbir ülke onlara karşı koyamaz” demişti.

Denizci ve savaşçı olarak rakipsiz olan Yunanlılar bu deniz insanlarının arasındaydı. Homeros’un İlyada ve Odessa’sı muhtemelen milattan önce 1190 civarında gerçekleşerek ağızdan ağza aktarılan gerçek olaylara dayanmaktadır. Şiirler bu olayları efsanevi kahramanların gözüpeklik öykülerine dönüştürmüştür. Truva Savaşı ile ilgili gerçeğin özü, yağmaya kararlı olan Yunan korsanlarca gerçekleştirilen büyük bir deniz saldırısı olduğu izlenimini uyandırıyor.

Bu nedenle Geç Bronz Çağı imparatorlukları, Erken Bronz Çağı imparatorluklarına olduğu gibi yıkıldı. Ve Akdeniz’in ötesine, uygarlığın farklı zamanlarda geliştiği başka yerlere baktığımızda aynısını görürüz –ortaya çıkış ve yıkılış.

Mohenjo-daro ve Harappa’daki İnduş uygarlığı milattan önce 1900’lerde yıkıldı. Büyük Mohenjo-daro şehrinin aniden ve şiddetle öldürülen üst düzey insanlarından kalan gömülmemiş şeyler arasında kazıcılar bulundu.

Milattan önce iki binlerdeki Shang’dan milattan sonra 1644-1911’deki Manchu’ya kadar Çin tarihi bütün bir emperyal hanedanlar dizisinin rastgele periyotlarla, bazen asırlar süren, bölünme ve savaşla sonuçlanan ortaya çıkış ve düşüşüne şahittir.

Bu süreç boyunca Çin uygarlığı çok muhafazakâr ve temelde değişmezdi. Sosyo-ekonomik düzen nesilden nesile, hanedandan hanedana tamamen kendini tekrarladı. Çin, antik uygarlığın döngüsel yoluna uç bir örnek sağlıyor.

Bu nedenle, karşılaşacağımız iki tarihsel sorun var. Antik uygarlıklar neden ortaya çıktı ve yıkıldı? Ve bu çelişkili toplumsal yapı, uzun zaman dilimleri boyunca neden tamamen kendini tekrar etti?

Antik dünya, tekniğin durağanlığı ile nitelenmiştir. Çeşitli zamanlarda insanlar mevcut üretim biçiminin çelişkilerini, onu dönüştürerek atlatmıştır. Küresel ısınma, Geç Paleolitik avcılarının bel bağladığı büyük av hayvanlarının yaşam alanlarını tahrip etmiştir. Buna yanıt –Neolitik Devrim- tarımın ve stok artışının benimsenmesi yoluyla üretkenlikte, üründe ve nüfusta devasa artış elde etme olmuştur.

Toprak yorgunluğu ve nüfus baskısı daha sonra bu Erken Neolitik üretim biçimi için kriz yaratmıştır. Kentsel Devrim’de çelişkiler, arazi ıslahına, sulama planına ve toprağın sürülmesine dayalı ikinci bir büyük ileri atılım ile çözülmüştür.

Ancak Kentsel Devrim sonraki ilerleme için ayak bağı da getirmiştir: bir yönetici sınıfın varoluşu. Bunun doğuşunun haritasını daha önce çizmiştik. Bunun köklerinin uzmanlaştırılmış dini, askeri ve siyasi görevlerde, ilkel bir ekonomik sisteme içkin kıtlık ve emniyetsizliklerde olduğunu belirtmiştik. İlk yöneticiler, toplumsal rolleri kendilerine kıt kaynaklar üzerinde hâkimiyet veren kişilerdi.

Neden yönetici sınıfın, yeni fikirler için engel olması gerekmiştir? Kuşkusuz, artı değeri yükseltmek amacıyla tekniği geliştirmek onların çıkarlarına değil mi? Evet ve hayır. Toplumsal hayattaki tüm şeylerde olduğu gibi karşıt baskılar vardı.

Yeni yönetici sınıflar, kürsülerinde endişeyle oturdular. Kendi aralarında bölünmüşlerdi; aile aile, şehir şehir, kabile kabile ve imparatorluk imparatorluk. Büyük aileler, içerideki hasımlara karşı sadık kişilerden ve muhafızlardan oluşan maiyetler oluşturmuşlardı. Yabancı düşmanlara karşı ordulara ve büyük kalelere ihtiyaçları vardı.

Yöneticiler, sömürüldükleri için potansiyel isyankâr olan ve bu nedenle zor ve aldatmanın dikkatli bir karışımıyla sindirilmeleri gereken halk kitlelerinden de kopuklardı.

Zor, soylu maiyet ve devlet güçleri tarafından ortaya koyulan tehdit anlamına geliyordu. Aldatma, yöneticilerin asli bir rol oynadıkları ve kamu yararına hareket ettikleri yönündeki ideolojik sav anlamındaydı. Güç ve aldatmanın her ikisi de, arkeolojik belgelerde başat olan kocaman heykellerde cisimleşmişti.

Mısır’ın Eski Krallık dönemi piramitlerini ele alalım. Bu piramitler, ebediyete kadar yaşamaları beklenen tanrı-kralların mezarlarıydı. Bunlar, yöneticinin korkunç ve göz korkutucu bir çehreye yükseltildiği yanlış bir ideolojinin anıtlarıdır. Piramitler, halka konumlarını öğretmek üzere tasarlanmıştı. Sınıf savaşında ideolojik birer silahtılar.

Bu nedenle Bronz Çağı seçkinleri denetimlerindeki artı değeri gelişmiş tekniğe ve daha yüksek üretkenliğe yatırmadılar. Kaynakları askeri rekabette, prestij anıtlarında ve tabii ki lüks yaşam biçiminde israf ettiler. İktidar, propaganda ve ayrıcalık –üretkenlik değil-, Bronz Çağ köylülerinin emeğiyle yaratılmış artı değeri tüketti.

Bu süreç birikimseldi. Zenginin açgözlülüğü hiçbir zaman tatmin olmuyordu. Daha önceki anıtların ihtişamı, kendinden sonra gelen tarafından gölgede bırakılacak bir standart koyuyordu. Yöneticiler saraylarının lükslüğü, mezarlarının görkemi, büyük şehirlerinin sanat ve mimarisi konularında rekabet içindeydi.

Hepsinden öte, genişleyen ve çarpışan çekişme biçimi olarak askeri rekabet yoğunlaşmıştı. Geç Bronz Çağı dünyasında ağır çekim bir silahlanma yarışı saptanabilir. Milattan önce 1200 yılında, yine milattan önce 1600 yılına nazaran daha fazla asker, daha iyi silahlanmış ve daha güçlü savunan kaleler varmış gibi görünüyor. Dünya, daha da askerileşmiş hale gelmişti.

Teknik durgundu ama artı değer tüketimi yükseliyordu. Savaş, anıtlar ve lüks, köylülere yönelik daha yüksek sömürü oranı ve yoksullaştırma anlamına geliyordu. Tepedeki aşırı birikim, sistemin tarımsal temelindeki bozulma ile yansıyordu.

Geç Bronz Çağı’nın mağrur savaşçı efendileri, ekonomik maliyetleri sürdürülemez hale gelmiş asalak seçkinlerdi. Milattan önce 12. yüzyılda dünyalarının çökmesinin en derin sebebi budur.

Ancak bu, iç çözümü olmayan bir sorundu. Durgun teknik, sosyo-ekonomik muhafazakârlık anlamına gelmekteydi. Eski toplumun içinde büyüyen yeni güçler yoktu. Bun nedenle tercih, istilacıların barbarlığı ile eski (başarısız olmuş) emperyal uygarlığın yaşama dönmesi arasındaydı.

İnsanlık bir kez daha çıkmazdaydı. Ancak bu kez, sınıfların ve devletlerin varlığı, insan yaratıcılığı ve ilerlemesine karşı aşılması zor engeller inşa etmişti.


http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/6201-a-marxist-history-of-the-world-part-8-crisis-in-the-bronze-age adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Yazı dizisinin "Uygarlığın Yayılması" başlıklı bir önceki bölümünü okumak için buraya tıklayınız

Gerçeğin Günlüğü'nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya tıklayınız

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi