Content feed Comments Feed

Buna ilerleme mi diyoruz?

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Yazan: Arundhati Roy

Bir ekosistem yok edildi. Bir yaşam tarzının yerinde yeller esiyor. Özel çıkar ve toplumsal acı. Buna ilerleme mi diyoruz?

Boksit (alüminyum taşı, ç.n.) dağları, çok narin bir ekosistemin parçası. Boksit madenciliği ve alüminyuma dönüştürülmesi için işlenmesi süreci düşünülebilecek en zehirli, en büyük çevresel yıkıma yol açacak süreçlerden biri.

Eğer Vedanta şirketinin Hindistan’ın doğusunda Orissa’daki Niyamgiri Tepeleri’ndeki boksit madenciliği planlarına devam etmesine izin verilirse, bu durum bütün bir ekosistemin tahrip olmasına ve sadece Dongria Konth kabilesinin değil, geçimleri bu ekosisteme bağlı olan herkesin sonunda yok olmasına neden olacak.


Mücadele hattı çok net çizilmiş. Bir tarafta tüm kudretiyle, yargı gücüyle ve Vedanta tarafından cepheden yönlendirilen, kendisini çeşitli maden kartellerinin hizasına sokmuş polisiyle Hindistan devleti. Diğer tarafta yerlerinden edilmeye, geçim kaynaklarını ve yaşam tarzlarını yitirmeye karşı dikilen Hindistan’ın ormanı mesken edinmiş en fakir insanları.

Bir bakıma bu çok eski ve tanıdık, dünyanın her kıtasında asırlardır sahnelenmiş ve sonuçları az çok benzeyen, yani her zaman şirketlerin kazandığı bir muharebe öyküsü. Bu genellikle “ilerleme” olarak biliniyor.

Bununla birlikte bugün, iklim değişikliği çağında bu ormanların, akarsu sistemlerinin, sıradağların ve ekolojik olarak sürdürülebilir yaşam yollarını bilen insanların dünyadaki bütün boksitten daha değerli olduğunun kesinlikle farkına varma zamanı. Vedanta olduğu yerde durmalı. Şimdi. Hemen. Daha fazla zarar vermeden.

http://www.guardian.co.uk/environment/cif-green/2009/jul/27/arundhati-roy-orissa-mine adresinde yayımlanan yazıdan çevrilmiştir.

Futbol-sol ilişkisine dair

26 Temmuz 2009 Pazar

Yazan: Seanachie

Ken Loach ve Eric Cantona’nın Looking for Eric filminin prömiyeri için Dublin’e yaptıkları son ziyaret, en azından Ken Loach’un nahoş biçimde şaşırtan bir konuğu da beraberinde getirdi. Eski Başbakan Bertie Ahern, kardeşi Maurice ile etkinliğe katıldı. Ahern kardeşler, Manchester United’ın eski yıldızına isminin yazılı olduğu bir Dublin forması hediye ettiler. Ken Loach ise beklendiği biçimde Ahern kardeşleri prömiyeri gasp etmekle suçladı ve onunla aynı fikirde olmamak güç, özellikle de Bertie Loach’ın büyük bir hayranı olduğuna ve Cantona’yla Old Trafford’da çeşitli defalar buluştuğuna dair boş laflarla ortaya çıkarken. Loach, filmin gösterilmesini beklemeyecek kadar filmi umursamayan bu “üçkağıtçı sağcı politikacıdan” etkilenmedi.

En solda duran yönetmenlerden futbola dair böylesi bir filmin piyasaya sürülmesi, solun bu oyunla ilişkisinin, uzun zamandır sıkıntılı olan bir ilişkinin sınanması için bir fırsat verdi. Laoch’un durumunda ilişki daima şuradadır: orta sınıf geçmişine rağmen on yıllardan beri futbol taraftarıdır ve ilk filmlerinden biri olan Kes’te, Brian Glover tarafından oynanan beden eğitimi öğretmeninin Manchester United adına attığı bir golü sunduğu komik bir sekans mevcuttur.

Spora soldan bakış: Ateş etmeksizin savaş

Ancak soldaki spor karşıtı sesler çoğu kez en yüksek çıkanlar olmuştur. George Orwell’ın spora dair yorumu olan “Ateş etmeksizin savaş”, solcu entelektüellerin daimi dogması olmuştur. Elbette Orwell’ın sözleri nadir olarak bağlamına yerleştirilir, yani Dinamo Moskova’nın 1945’teki çok başarılı Britanya turu bağlamına. Bu, Kızıl Ordu’yla en yakından işbirliği yapan takımın turuydu ve Stalin’in NKVD (Sovyet istihbarat örgütü, ç.n.) şefi Lavrenti Beria takıma başkanlık yapıyordu ve turun biricik amacı propagandaydı. İngiliz taraftarların çoğu daha çok Dinamo Moskova’nın oynadığı büyüleyici futbolla ilgiliydi fakat Stalin’i soldan eleştiren ilk kişilerden olan Orwell durumun farklı görüyordu. Onun tiksinmesi, daha sonra Güney Afrika’nın apartheid rejiminin ve Pekin Olimpiyatları’nın boykot edilmesinde olduğu gibi tamamen anlaşılabilir.

Ancak milliyetçiliği uluslararası spora vurmak için bir sopa olarak kullanmak yanlış yola saptırıcı ve büyük ölçüde yersizdir. Loach, Looking for Eric için Cannes’da gerçekleştirdiği basın toplantısında bunun aksine futbolun ulusal şovenizm için bir emniyet supabı sağladığını söyleyerek bunu iyi bir biçimde vurguladı. Bunlar, şovenizmin iğrenç hale geldiği durumlar ve buna geri döneceğim, ancak en azından bugünlerde tutkular uluslararası futbolla zincirlerinden kurtuluyor ve spor genellikle güler yüzlüler için.

Son 40-50 yıl içinde batıda kanaat oluşturan sol ya da en azından kozmopolit sol, futbola büyük oranda kuşkucu yaklaşıyor. Bu durumun kökleri klasik Marksizm’de. Karl Kautsky futbolu küçümsüyor, işçi sınıfını kontrol etmenin bir aracı olarak görüyordu. Alman ve İskandinav sosyal demokrat partileri aynı şekilde solda hâlâ varolan bir bakışla ideolojik nedenlerle profesyonelliğe karşı çıkıyordu. Bununla birlikte Batı Avrupa’da en kötü muameleye maruz kalan futbolcular olan Fransız futbolcular Mayıs 1968’de Fransa Futbol Federasyonu Merkezi’nde kendi işgallerini gerçekleştirdiler, 68’liler ise spora karşı kayıtsız ya da kibirli duruyorlardı. Bu durum temel olarak burjuva geçmişlerine ve Fransız futbol mirasının o zamanlar -1950’lerdeki birkaç görkemli yılı hariç tutarsak- yoksul olmasına bağlıydı. Albert Camus, herhangi bir devirde spora düşkünlüğü olan birkaç Fransız entelektüelinden biriydi, bunun nedeni temel olarak işçi sınıfından Cezayirliler arasında yoksul bir “pied noir” (geçmişte Fransız sömürgesi olan ülkelerin sahil şeritlerinde yaşayan Avrupalı nüfusa verilen isin, tr: kara ayaklılar, ç.n.) olarak büyümesidir. Sevgili Ken Loach’un futbol kadar bayağı bir konunun ilgisine değer olduğunu düşünmesi solcu Fransız entelektüelleri arasında birazcık şok etkisi bile yaratmıştı. Les Inrockuptibles’den (Fransa’da yayımlanan bir kültür-sanat dergisi, ç.n.) Serge Kaganski Loach’un neden filminde “futbolun daha şüpheli alanlarından sakındığını” merak ediyor. Kaganski açık biçimde filmle ilgilenmiyor veya takımın Glazer ailesi tarafından devralınmasını protesto eden Manchester taraftarlarınca kurulan FC United’ın tarihinden bihaber. Looking for Eric –bir Loach klasiği olarak- Amerikan kapitalizminin umursamaz hayvanlarınca ellerinden çalınan kulüplerinden vazgeçmelerini savunan yeni kulübün taraftarlarının bulunduğu uzun bir bar sahnesi içeriyor.

Liberal solda, sadist İskoç özel okullarındaki kötü deneyimleri daima spora bakışını boyayan Robert Fiske gibi futbola dair yalın bireysel nefret besleyen kişiler de var. Christopher Hitchens hayatındaki başka birçok şey gibi sporun da ‘aşağısında’ olduğunu düşünür. Chomsky’nin muhtemelen basketbola dair fikri yoktur ama sıra Amerikan sporuna geldiğine “uyutucu eğlence” düşünce okulundan. Futbolu basit biçimde sevmeyen biriyle tartışamazsınız, bu tartışma onların hayatında çok zor etki bırakır ve endişelenmek için daha önemli şeyler vardır. Ama neden onlarla İrlanda’nın Sünya Kupası eleme maçlarında veya bir Şampiyonlar Ligi maçında karşılaşamadığınızı anlatmak bazen zordur. Ben, Pazar akşamları sevgili Bologna’sını izlerken rahatsız edilmek istemeyen, ailesine kendisini ziyarete gelen entelektüellere ‘Brahms dinlediği için rahatsız edilmek istemediğini söylemeleri’ talimatını veren Umberto Eco gibi hissediyorum.

Solda aynı zamanda başka yerlerde de olduğu gibi futbola rugby lehine vurmayı sevenler de var (tabii ki bunun büyük çoğunluğunu rugby ‘taraftarları’ oluşturuyor). Bunu önceden uzun uzadıya yazdığımdan devam etmeyeceğim. Bize futbolun caniler tarafından oynanan bir beyefendi oyunu ve rugbynin beyefendilerce oynanan bir cani oyunu olduğunu söyleyen basmakalıp açıklamaların aksine, rugbynin kendini beğenmiş alçaklarca oynanan bir kendini beğenmiş alçak oyunu olduğunu söylemem yeterli olacaktır.

Politik bir araç olarak futbol

Futbol, Orwell ile gördüğümüz üzere, daha derine oturmuş zehirli faaliyetlerin aracı olmasına karşın doğruluğu kabul edilecek biçimde milliyetçi duyguları kamçılamakla suçlanmıştır. 1969’da Honduras ile El Salvador arasındaki ünlü futbol savaşı, çekişmeli Dünya Kupası elemesini 30 yıldan beri sakinleşmiş anlaşmazlığın bahanesi olarak kullanmıştı (maçı 3-1 kaybeden ve maç sonrasında iki taraftarı ölen Honduras, ertesi gün El Salvador’a saldırmış ve 4 bin civarında insan ölmüştü, ç.n.). Hem Sırp hem de Hırvat milliyetçileri, Yugoslavya Savaşı sırasında milislerini Kızılyıldız, Partizan ve Dinamo Zagreb’in holigan çevrelerinden oluşturmuştu. Hatta Zagreb oyuncusu Zvonimir Boban’ın 1992’de (doğru tarih 13 Mayıs 1990, ç.n.) bir Yugoslav polisine saldırması bazıları tarafından anlaşmazlığın Garvilo Princip (Franz Ferdinand ve eşini öldürerek Birinci Dünya Svaaşı’nın başlamasına neden olan Sırp milliyetçisi, ç.n.) anı olarak bile görülür. Kesinlikle masum olmayan The Old Firm (Britanya’da Glasgow Rangers-Celtic maçlarına verilen isim) bazıları tarafından oldukça histerik bir biçimde İskoçya ve Kuzey İrlanda’da mezhepçiğin yegâne kaynağı olmakla itham edilir. Politik gücü elinde bulunduranlar her zamankinden fazla biçimde futbol başarılarını kendi menfaatlerine kullanmaktan mutlular. Brezilya’da bu durumun, ülkenin takımı 1994’te Dünya Kupası’nı yeniden kazandığında bazı futbolcuların söz konusu başarının siyasetçiler tarafından kullanılmamasını umduklarını söylemelerini de kapsayan, hem seçilmiş liderler hem de askeri liderler arasında uzun bir geçmişi vardır. Arjantinli generaller, 1960’ların sonlarında Racing Club ve Estudiantes tarafından oynanan kısır ancak başarılı anti-futbolun ateşli taraftarıydılar. Albay Kaddafi, fark edilebiir bir futbolu olmamasına karşın oğlunu Juventus (Libya devletinin petrol şirketi Tamoil’in sponsorluk yaptığı) kadrosuna sokacak kadar ileri gitmeyi başardı. Ancak kişi, çok popüler bir spor olarak futbolun kitlesel politik ve toplumsal hareketlerin hizmetinde olmasından gerçekten hoşnut olabilir.

Siyasetçiye dönüşmüş futbolcular ve protestonun gücü

Sol, futboldan tamamen kopuk değildir; Celtic, Barcelona, Rayo Vallecano, Bologna, Livorno, Hammarby, St. Pauli gibi açık biçimde solcu taraftar kültürü ile tanımlanan takımlar da var. Bu takımlar da zaman zaman kendi rezil unsurlarından kopuk değil elbette. İtalya eski Savunma Bakan Yardımcısı ve şimdiki parlamento üyesi Gianni Rivera, eski Polonya Sosyal Demokrat senatörü Grzegorz Lato ve oynadığı süre boyunca sözünü sakınmayan bir komünist ve şimdi Fransa Futbol Federasyonu Etik Kurulu Başkanı olan Dominique Rocheteau gibi sol ve merkez sol siyasetle uğraşan bir dizi futbolcu var. 1970 Dünya Kupası’nda Brezilya’nın aslında başına getirilen Miguel Saldanha, komutanların takım seçimine müdahalesine direnen bir komünistti. Finallerin başlamasına kısa süre kala görevden alındı. Lilian Thuram partilerden bağımsız biri ancak önümüzdeki yıllarda siyasete girme olasılığı göz ardı edilemez. 2006 Dünya Kupası’nda Oleg Blokhin Komünist Parti delegeliği görevini milli takım yöneticiliği görevi ile birleştirirken, Macaristan Altın Karması’nın antrenörü Gusztáv Sebes sağlam bir komünist ve Paris’teki Renault fabrikasında sendika örgütleyicisiydi.

Futbol bazen de solcu kurtuluş hareketlerinin taşıyıcısı olmuştur. Afrika ülkelerindeki sömürge karşıtı hareketlerin örgütlenmelerinin çoğu, yerlilerin bir araya gelmelerine izin verilen tek vasıta olan futbol sonucunda ortaya çıkmıştır. Gana, Nijerya, Rodezya (Zimbabve) gibi ülkelerde Benjamin Borombo ve Sipambaniso Manyoba gibi yıldızlar aynı zamanda sendikal örgütleyicilerdir. Futbol, Apartheid dönemi Güney Afrika’sında Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) sportif siperini sağlamıştı ve ırklar arası, ırkların bir arada bulunduğu sayılı aktivitelerden biriydi. Afrika ülkeleri, uzun bir mücadelenin ardından nihayet FIFA’yı siyah ve beyazların karmasından oluşan bir takım kurmayı reddeden Güney Afrika’yı organizasyon dışında bırakmaya zorlamıştı. Bu arada Robben Island’daki (Güney Afrika’da bulunan bir ada hapishane, ç.n.) mahkumlar 20 yıldan beri adamakıllı örgütlenmiş bir ligi sürdürüyorlardı. Ve daha geçen ay 6 İranlı futbolcu kayda değer bir cesaret göstererek Güney Kore ile yaptıkları Dünya Kupası eleme grubu maçında muhalefet taraftarlarının simgesi olan yeşil bileklikleri taktılar.

Futbol genellikle apolitik

Ancak bu duygusal yakınlıklar bir yana, kuşkusuz ki futbol büyük oranda militan solun küçümsemesine maruz kalmıştır. Söz konusu sol, futbolun haftalık ayarıyla teslimiyetçiğe sevk edilmiş uysal bir kalabalık görür; kitleleri, devrimci enerjisini son yıllarda televizyon gelirleri, sarmal gelirler ve bilet ücretleri ile büyüyen bir ticari şirketin hizmetinde harcıyor olarak görür. Hepsi çok güzel, fakat futbol kültürünün büyük kısmının bu kitleler tarafından yaratıldığından bahsetmeyi ihmal ediyor, futbolu sloganlarıyla, pankartlarıyla, lakaplarıyla ve kolektif bellekleriyle donatan işçi sınıfından taraftarların yaratıcılığını ve zekâsını reddediyor. Televizyonların, devletlerin, büyük iş dünyasının ve pazarlamanın neyi deneyebileceğinin önemi yok, hep taraftarların kalacak ve futbol kültürünü kontrol edecek prefabrike acentelerin olmayacak. Militan sol, futbol izleyicisi olan insanların aynı zamanda çoğunlukla maddi getiri olmadan onu oynadığını veya organize ettiğini de görmezden geliyor. Bu eski bir klişedir ama bu çocukları sokaktan uzak tutuyor, sıklıkla da alt gelir grubundan gelen ve kendilerine açık başka çok az aktivite olan çocukları.

Bill Shankly ünlü “Futbol sadece bir ölüm kalım meselesi değildir, ondan çok daha önemlidir” sözü çok sık biçimde göründüğü gibi algılanır. Shank’ın bahsi geçen ünlü tatsız esprisinde tuhaf şeyler vardır (Bir keresinde eşini balayında Rochdale’ın maçına götürdüğünü reddetmiş, ‘Rochdale’in yedekleriydi’ demiştir) ve onun kendi sosyalist eğilimleri büyüdüğü yer olan, halkı madencilikle geçinen Ayrshire’da şekillenmiştir. Manchester United’dan Matt Busby ve Derby ve Nottingham Forest’tan Brian Clough gibi Shankly de karşılıklı saygıyı, dayanışmayı ve mütevazı gelirlerinin çoğunun kendilerini desteklemek için harcayan insanları eğlendirmeyi ve onlara saygıyı içeren bir kulüp kültürünü teşvik ediyordu. Tüm bunlar, geçen 30 yıl içinde endüstriyel ve toplumsal çürümeyle aşınmış geleneksel halk değerlerinden gelmişti; Clough’un 1984’te (doğru tarih 1972, ç.n.) maden grevcilerinin güçlü bir destekçisi olması da dikkate değer. Shankly, futbolun da diğer her şey kadar ciddiyetle değerlendirilmesi gerektiğini düşünürdü ve ancak bir budala onun, Busby’nin, Clough’un, Jock Stein’in veya bu çağın büyük menajerlerinin görüşlerinin futbolun dünyanın merkezi olduğu anlamına geldiğini düşünür.

Futbolcular ve kazançları

Tabii ki günümüzde bazı güzellikler ama bundan çok daha fazla kötülükler getiren futboldaki finansal büyümenin kökleri paradoksal biçimde işçi haklarında. Çok ünlü olmayan Belçikalı futbolcu Jean-Marc Bosman, 1993 yılında Avrupa Adalet Mahkemesi’nde kazandığı davayla kontratı biten bir futbolcunun bedelsiz transfer olma hakkını güvence altına almıştı. Avrupa Birliği’ndeki tüm çalışanlar için garanti altına alınan temel hak böylece futbolcular için de elverişli hale gelmişti. Bosman Kuralı aynı zamanda Avrupa Birliği ülkelerinde tüm çalışanların futbolcularla eşit biçimde serbest dolaşım hükmünü de getiriyordu ve böylece kulüplerin başka ülkelerden de futbolcularla kendilerini takviye etmelerinin önü açıldı. Söz konusu durum dengeyi büyük ülkeleri büyük kulüpleri lehine bozarken aynı zamanda çok daha fazla para kazanacakları kârlı yayın anlaşmaları yapmalarını sağladı. Büyük kulüpler Şampiyonlar Ligi’nin aslan payını aldı ve oyuncular da o andan itibaren hiç olmadığı kadar çok yer değiştirmeye ve para kazanmaya başladı.

Büyük çoğunluğu işçi sınıfından gelen profesyonel futbolcular, daha uzun süre geldikleri topluluklarla ilişkili olacak olsalar bile bir çeşit işçi aristokrasisi oluşturdular. En azından Britanya’da 1920 ve 1930’larda gerçekleşen birkaç küçük başkaldırıyı bir kenara bırakacak olursak, daha iyi ücretler veya çalışma koşulları için hiçbir zaman fazla baskı olmadı. Çoğu oyuncu, sınıflarının soluk alma standartları ile makul paralar kazandıkları bir hayat yaşadılar ancak Everton ve İskoçya oyuncusu Stewart Imlach’ın oğlu Gary Imlach’ın, babasına dair anılarında etkili biçimde anlattığı gibi işverenleriyle köle benzeri bir ilişki kurdular. Sadece 1960’ların sonunda Jimmy Hill Profesyonel Futbolcular Birliği’nin yönetimine geldiğinde eski zorbalık yönetimi buharlaştı ve maksimum ücret kaldırıldı. Ancak Hill’in niyeti futbolcuları işçi statüsünden uzaklaştırmak ve eğlence zeminine doğru götürmekti. Bu şekilde futbolcuların burjuvalaştırılması kariyerleri boyunca futbolculara daha çok para kazandırsa da emekliliklerinden sonra hayatlarının bu aşamasında sınırlı seçenekleri olan söz konusu kişiler yoksulluk çekmeye devam etti. Tüm bunlar 90’ların ortalarında değişti. Futbolcular bu günlerde sıklıkla aldıkları astronomik meblağlar nedeniyle küçümseniyor ve verilen ücretlerin çoğununu yakışıksız olmasındansa bu doğru.

Büyük kulüp egemenliği

Ancak futbol güç olarak pompalanan çılgın miktarlardaki paranın zararını gördükçe saha içindekiler de dışındakiler de giderek artan bir biçimde sınırlı sayıda merkezde dikkatini topluyor. İlerleyen günlerde İsveç, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Avusturya gibi ülkelerin takımları Avrupa kupalarına katılmayı ümit edecek. Aberdeen ve Dundee United gibi demode kulüpler daha 1980’lerde Avrupa’da en iyi olmak için mücadele ederken Rangers ve Celtic bugün hiç olmadığı kadar egemen. İki taraf da kuşkusuz ki daha yerli rekabeti tercih edecektir ancak Avrupa’daki kendi sınırlı potansiyelleri gider ve gelir sıkışması tehlikesinden kurtulmalarına da bağlı. Kendisi de önemli ir amatör futbolcu olan İskoçyalı sosyalist Tommy Sheridan on yıl önce yayımlanan Imagine isimli kitabında bu türden dengesizliklerin ancak sosyalist bir politika ile tersine çevrilebileceğini iddia ediyordu. Belki tamamen sosyalizm karşıtı olan Amerikan spor dünyasında draft sistemi ile böylesi bir durum mevcuttur. Tabii ki bu durum varoldukları günden beri futbol kulüplerinden daha bilinçli atırımcıları olak liglerin hizmetinde. Hiç kuşkusuz bu durum daha üst düzeyde rekabet sağlıyor ama Avrupa futbol sahnesinden de çekilen bir şey olan zayıf ama azimli takım mefhumunu ortadan kaldırıyor. Hull City, Hoffenheim, Wolfsburg, Shakhtar Donetsk veya Chievo gibi yükselen bu birkaç başarılı küçük takım varlıklı kişilerin veya şirketlerin bağışlarına minnettar.

Taraftarlar, kararlı taraftarlarının kulüpten koptuğu Manchester United ve Wimbledon örneğinde olduğu gibi birçok durumda, kulüplerini ellerinden alınmış olarak görürler. Böylesi bir durum bütün hayatları boyunca peşinden gittikleri kulüplerini desteklemeye devam ederken Silvio Berlusconi, Malcolm Glazer, Thaksin Shinawatra kadar tiksindirici kapitalistlerin kasalarına para akıtan soldaki taraftarları bir ikileme sürükler. Ünlü Marksist teoriysen Toni Negri, Berlusconi’nin hâmiliğine rağmen sevgili Milan’ını desteklemeye devam ederken, Fransa’nın sol eğilimli spor dergisi So Foot’a geçen sene verdiği bir mülakatta “Aşık olduğunuz kadının bir fahişeye dönüşmesi onu daha az seveceğiniz anlamına gelmez” demişti. Çoğunluk için kulüplerinin aşırı sağcı eşkıyalar tarafından gasp edilmesi çoğu durumda her şeye rağmen sabredenlerin desteklerine kafa tutmak için zaten yeterince güçlüdür.

Ne solun ne de sağın özel alanı olarak futbol

Futbolun sahip olduğu geniş işçi sınıfı kültürüne karşın yolu sol siyasetle sadece aralıklı olarak kesişmiştir. Ve herhangi bir zamanda neden kesişmesi gerektiğine dair tam bir gerekçe yoktur. Sadece bir budala futbolun apolitik olduğunu söyleyebilecekken, futbol hiçbir zaman solun ya da sağın özel alanı olmamıştır. 1955’te İrlandalı taraftarların Yugoslavya ile oynayan takımlarını izlemek için Katolik Kilisesi’ne direndiği veya Norveç’teki Nazi işgali sırasında Norveçlilerin kukla Quisling rejimi tarafından oluşturulan tüm futbol ve diğer spor fikstürlerini topluca boykot etmesi gibi futbol taraftarlarının siyasi egemenliğe direndiği zamanlar olmuştur. Bilmedikleri şeyler konusunda Panglossyan (Pangloss, Voltaire’in Candide isimli eserinde hemen her konu üzerine söyleyecek sözü olan optimist profesörün adıdır, ç.n.) ahlâkı konuşturmak konusunda hiçbir zaman başarısız olmayan Amerikalı “neo-con”lar ABD’nin futbola ilgisizliğinin, ülkenin rekabet ve bireyselliğe olan sevgisinin yansıması olduğunu iddia ederler. Sosyalist ve halkçı dünya görüşü geçmişlerinin üzerlerinde kaldığı varsayılan Latin Amerika ve Avrupa, sosyalizme benzer biçimde kolektivizmi ve sıradanlığı kutsal bir yere koyan futbolu sonuna kadar destekler. Futbolun ABD’deki tarihsel zayıflığının, tarihsel rastlantıdan çok kültürel beğeni ile ilgisi vardır, ancak böylesi bir gerçek American Enterprise Institute’ün (neo-con politikaları belirleyen think-thank kuruluşu, ç.n.) Hegelci akıl hocalarıyla zorla duruyor.

Hayır, futbol doğası itibari ile faşist ya da gerici olmasından daha fazla sosyalist ya da solda değildir. Ancak kültürlü solcular tarafından özellikle lanetlenmesini gerektiren bir şey de yok. Sonuçta, bu güzel oyunda soldaki şerefli yenilgiler tarihinin yansıması vardır: solun Luxemburg’ları, Liebknecht’leri, Connolly’leri (James Connolly, İrlanda özgürlük hareketinin sosyalist önderlerindendir, ç.n.), Noel Brown’ları (eski bir İrlandalı sosyalist parlamenter, ç.n.), Allende’leri, Halk Cepheleri vardır; diğer taraftan futbolun da 1954 Macaristan’ları, 1934 Avusturya’ları, 1974 Hollanda’ları, 1982 Brezilya’ları vardır. Tuhaf ihtiyar oyun…

http://www.irishleftreview.org/2009/07/20/important-football-left/#more-1624 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.


Açık Ocak Madenciliğine Karşı Küresel Eylem Günü’nde, Tayland’ın Bangkok ve Meksika’nın Mexico City kentleri ile birlikte Kanada’nın Toronto ve Montreal ve Avustralya’nın Melbourne, Canberra ve Newcastle şehirlerinde dayanışma eylemleri düzenlendi. Protestolar, Kanadalı madencilik şirketlerinin darbesini alan dünya halklarıyla dayanışma sergilemek amacıyla Toronto Borsası’nın yanı sıra belirli madencilik şirketleri ile Kanada Büyükelçilikleri’ni hedef aldı. Toronto Borsası önünde toplanan protestocular adına yapılan açıklamada, Kanadalı sermayesinin yaptıklarının her Kanadalının yüzkarası olduğu belirtilerek, “Toronto Borsası’nda liste edilmiş hiçbir insan hakları şartı yok. Kanada hükümeti, insan hakları aktivistleri öldürülürken ve halklar zehirlenirken bu şirketleri destekliyor. Söz konusu yaygın insani ve çevresel yıkımla Kanada’nın adı lekeleniyor” denildi.

Aynı gün dünyanın çeşitli ülkelerinde gerçekleştirilen eylemlere dair bilgiler ise şunlar:

Filipinler:

Filipinler’de sol eğilimli eylemcilere, rahiplere ve gazetecilere yönelik siyasi cinayetler Gloria Macapagal-Arroyo’nun başkanlığı döneminde durmaksızın arttı ve bu cinayetler Filipinler’deki geniş ölçekli madenciliğin açıkça eleştirilmesiyle bağlantılandırıldı. Karapatan isimli insan hakları grubu, Macapagal-Arroyo’nun göreve geldiği 2001 senesinden bu yana 601 eylemcinin öldürüldüğünü tahmin ediyor. Neredeyse tüm vakalar hâlâ çözülmemiş, açıklığa kavuşturulmamış durumda.

Kongo Demokratik Cumhuriyeti:

6 tane Kanadalı madencilik şirketi, savaş mağduru ülkede çatışmaya katkıda bulunan ticari aktiviteleri nedeniyle hesap vermeye çağrılmakta. Son yıllarda Kongo’da savaş nedeniyle 3 ila 5 milyon insanın hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Dahası, Kanadalı şirketler Kongo Silahlı Kuvvetleri’ne lojistik destek sağlayarak savaşa bulaşmış durumda.

Burma:

Burma’daki en büyük özel madencilik yatırımcısı Ivanhoe Madencilik Limited Şirketi, yabancıların maden arama ve geliştirmelerine yönelik Kanada’daki cömert vergi muafiyetlerinden yararlanmak için Kanada’nın Yukon eyaletinde kayıtlı. Şu anda ne Kanada borsalarındaki madencilik şirketlerinin kendileri ne de ülkede şirketlere yol gösteren yasalar bugün sorumsuz madenciliğin halka etkilerine karşı ve Burma gibi çatışmadan zarar görmüş ülkelerdeki çevre için herhangi bir koruma sağlamıyor. Bölge halkından gelen haberler ciddi çevresel tahribatın ve maden alanlarına giden yolların inşasında zorla çalıştırılmanın sinyallerini veriyor.

Ekvador:

Kanadalı yeni madencilik şirketlerinden Copper Mesa, bugünlerde topraklarında maden aranmasına karşı çıkan bölge çiftçilerine ve yerli halka gözdağı vermek amacıyla paramiliter güçleri kiralayarak insan hakları ihlallerini devam ettirmek suçlamasına dair davayla yüz yüze. Davada Toronto Borsası’nın da adı geçiyor ve Copper Mesa’nın Ekvador’daki insan hakları ihlalleri önceden bilinmesine rağmen Coppor Mesa’nın kaynak toplamasına izin vermesi nedeniyle 3 milyar dolar tazminat talebiyle dava edilmiş durumda.

Honduras:

Honduras’taki darbeyi destekleyen tek devlet Kanada. Devrik Başkan Manuel Zelaya, ülkedeki Kanadalı madenci şirketlerini aşırı düzeyde rahatsız eden bir düşünce olarak ülkedeki yeraltı kaynaklarını kamulaştırmaya niyetlenmişti. Kanada şirketi Goldcrop, ülkedeki insan hakları ihlalleri ve ekolojik yıkım ile ilişkilendiriliyor. Goldcrop sübvansiyon olarak Kanada Emeklilik Planı’ndan yaklaşık bir milyar dolar aldı.

Papua Yeni Gine:

Porgera Birleşik Yatırımı’nın (PJV) güvenlik güçlerine dair halk tarafından yapılan tecavüz, dayak ve öldürmelere dair suçlamaları en az 10 yıldır mevcut. Güvenlik güçleri, Nisan 2009’da yerli halka ait arazilerinde bulunan 300 evi yaktı. Köylüler, söz konusu arazilerin “ata toprağı” olduğunu iddia ediyor ve madencilerle görüşmüyorlardı. Ayrıca PJV, maden arama faaliyeti sırasında çıkan milyonlarca ton cevher atığını 800 kilometrelik nehir sisteminin yakınlarına döküyor. Norveç Emekli Sandığı, Kanadalı şirket Barrick Gold’daki hisselerini şirketin Porgera’daki atık imha metotları nedeniyle azalttı.

Kanada:

Kanada’da madencilik, topraklarının ve kültürlerinin madencilik faaliyetleri nedeniyle tahrip edilmesine şahit olan “İlk İnsanlar’ın titizliğiyle ülke halkından yükselen bir direnç görüyor. Özellikle Kuzey Alberta’daki petrol aramaları (ing: tar sands, ç.n.) dünyadaki en büyük ekolojik çöküşü yaratıyor.

Meksika:

Mexico City’de eylemciler Açık Ocak Madenciliği’ne Karşı Küresel Eylem Günü’nün birincisinde şehirdeki Kanada Büyükelçiliği’nin önünde 36 saatlik bir oturma eylemi gerçekleştirdiler. Besin ve Tarım Örgütü (FAO) üyesi Juan Carlos Ruiz Guadalajara, söz konusu oturma eylemini ile Kanada hükümetinden New Gold Madencilik’in San Pedro madenindeki soruna müdahil olmasının talep edildiğini belirterek, “Maden, mahkeme kararıyla çevresel izinlerini kaybetmesine rağmen çalışmaya devam ediyor. Büyükelçiliğe, bu suistimal, insan hakları ihlalleri ve çevresel tahribat karşısında sesimizi yükseltmeye devam edeceğimizi hatırlatıyoruz” dedi.

http://allan.lissner.net/?p=1859 adresinde yayımlanan haberden çevrilmiştir.

Başlangıçtan nasıl başlanır?

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Yazan: SLAVOJ ŽIŽEK

Lenin, “Bir Siyaset Yazarının Notları” isimli -Bolşeviklerin tüm ayrıksılara karşı verilen iç savaşı kazanmasının sonrasında pazar ekonomisine ve özel mülkiyete çok daha geniş alana izin verdikleri Yeni Ekonomik Plan’a / Siyaset’e (NEP) geri çekildikleri Şubat 1922’de yazdığı- mükemmel kısa metninde, devrim sürecindeki geri çekilmenin ne olduğunu ve davaya oportünistçe ihanet edilmeden nasıl yapılabileceğini açıklamak için yeni bir dağ zirvesine çıkmaya yönelik ilk denemesinde dönmesi gereken bir dağcıyla benzeşim kurar:

Kendimizi çok yüksek, dik ve şimdiye kadar keşfedilmemiş bir dağa tırmanan adam olarak resmedelim. Benzeri görülmemiş zorlukları ve tehlikeleri alt ettiğini ve hiçbir selefinin erişemediği kadar yüksek bir noktaya erişmekte başarılı olduğunu, ancak henüz zirveye erişemediğini varsayalım. Kendisini, sadece aynı doğrultuda devam etmek için sadece seçtiği yolda zorluk ve tehlike olan bir durumda bulmakla kalmaz, aynı zamanda kesinlikle imkansızdır. (1)

Bu durumda Lenin şöyle yazar:

Dönmeye, aşağı inmeye, başka, muhtemelen de uzun bir rota aramaya zorlanıyordur, ancak bunlardan biri zirveye ulaşmasını sağlayacaktır. Ulaştığı ve daha önce kimsenin bulunmadığı yükseklikten inmek belki hayali gezginimiz için yükselmekten daha tehlikeli ve zor olacaktır; kaymak daha kolaydır, ayağını basacağı yeri seçmek kolay değildir, bu noktada yukarıya, doğrudan hedefe giderken hissettiği canlılık vs. yoktur. Beline halat bağlaması gereken biri dağcı sopasıyla ayak basma yerleri açmak veya halatı sıkıca bağlanabileceği bir yere atmak için saatlerini harcar; o kişi ağır aksak gitmelidir ve aşağıya gitmelidir, alçağa, hedeften uzağa; ve o kişi bu aşırı tehlikeli ve eziyetli olan alçalmanın nerede biteceğini veya zirveye daha cesurca, daha hızlı ve daha doğrudan tırmanabileceği yeterince güvenli bir yol olup olmadığını bilmez.

Kendisini böylesi bir durumun ortasında bulan dağcının “moral bozukluğu anları” olması olağandır. Eğer aşağıdan “kendisinin inişini bir teleskop vasıtasıyla ve güvenli bir mesafeden izleyenlerin” seslerini duyabilirse, ne olursa olsun bu anlarda dayanmak daha zor olacaktır: Aşağıdaki sesler kötü niyetli bir memnuniyetle çınlar. Bunu gizlemezler; neşeli bir şekilde kıkırdarlar ve bağırırlar: “Bir dakika içinde düşecek! Hak ettiği cezayı bulacak, kuş beyinli!” Başkaları kötü niyetli sevinçlerini gizlemeyi dener, daha çok Judas Golovlyov gibi davranırlar, Saltykov-Shchedrin’in ‘Golovlyon Ailesi’ romanında herkesin bildiği ikiyüzlü mülk sahibi gibi:

İnlerler ve gözlerini acıyla gökyüzüne dikerler; şunları söylercesine: ‘Korkularımızın haklı çıkması bize feci biçimde keder veriyor. Ömrünü bu dağa tırmanmak için akıllıca bir plan tasarlayarak harcayan, planımız tamamlanana kadar tırmanmanın ertelenmesini isteyen biz değil miyiz? Ve eğer çok coşkulu bir biçimde şu kuş beyinlinin şimdi vazgeçtiği ( Bakın, bakın, geri döndü! İniyor, tek bir adıma hazırlanmak saatlerini alıyor! Ve şimdiye kadar, bizden itidal ve uyarma istediği zaman içinde istismar edildik) bu yolun seçilmesini protesto ettiysek, bu kuş beyinliyi büyük hevesle kınadıysak ve herkesi onu örnek almamaları ve yardım etmemeleri konusunda tembihlediysek, bunu tamamen bu dağı ölçmek için yapılan büyük plana bağlılığımızdan ve u planın genel olarak itibarsız hale gelmesini önlemek için yaptık.’

Bereket versin ki Lenin devam ediyor, hayali kahramanımız tırmanma fikrinin “gerçek dostları” olanların seslerini duyamaz; duyabilseydi ‘onu muhtemelen bulandıracaklardı- ‘Ve bulantı bilhassa yüksek irtifalarda kişinin kafasını temiz tutmasına ve sağlam bir adım atmasına yardımcı olmaz.’

Tabii ki bir metafor ispat anlamına gelmez: ‘her benzeşim kusurludur’. Lenin, henüz küçük bir çocuk olan Sovyet Cumhuriyeti’nin karşı karşıya olduğu güncel durumu hecelemeye devam ediyor:

Rusya proletaryası, devrim ile devasa bir yüksekliğe çıktı, sadece 1789 ve 1793 ile karşılaştırıldığında değil, 1871 ile karşılaştırıldığında da böyle. Ne yaptığımızı ve ne yapmadığımızı olabildiğince tarafsızca, açıkça ve aşikar biçimde hesaplamalıyız. Eğer bunu yaparsak kafamızı temiz tutacağız. Bulantının, aldanmaların ya da umutsuzluğun acısını çekmeyeceğiz.

Sovyet devletinin 1922’deki başarılarını sıraladıktan sonra Lenin, nelerin henüz yapılmadığını açıklıyor:

Ancak sosyalist ekonominin altyapısını dahi henüz kurmadık ve can çekişen kapitalizmin saldırgan gücü bizi hâlâ bundan mahrum edebilir. Bunu açıkça değerlendirmeli ve içtenlikle kabul etmeliyiz, aldanmalardan daha tehlikeli bir şey olmadığı için bunu yapmalıyız (ve baş dönmesi, özellikle bu irtifalarda). Ve bu acı gerçeği kabul etmekte kesinlikle korkunç bir şey, en ufak umutsuzluğa meşru zemin sağlayacak bir şey yok; Marksizm’in her zaman ısrarla tavsiye ettiğimiz ve yinelediğimiz basit gerçeği, çeşitli gelişmiş ülkelerin işçilerinin birleşme çabalarının sosyalizmin zaferine ihtiyacı olduğu gerçeği için.

Dahası Lenin şunları kaydeder: “Devrimci proletarya güçlerinin ordusunu bozulmadan koruduk, manevra kabiliyetini koruduk, kafamızı temiz tuttuk ve nerede, ne zaman ve nereye kadar geri çekileceğimizi, henüz bitirilmemiş olarak duranları değiştirmek için nerede, ne zaman ve nasıl işe koyulacağımızı aklı başında biçimde hesapladık.” Ve sonuçlandırıyor:

Komünistler, sosyalist ekonominin altyapısı tamamlanırken, hata yapmadan, geri çekilmeden, bitirilmemiş veya yanlış yapılmış çeşitli başkalaştırmalar olmadan böylesine çığır açan bir girişimi bitirmenin olanaklı olduğunu hayal edenlere mahkum edilmiş durumda. Aldanmaları olmayan, umutsuzluğa boyun eğmeyen, başlangıçtan başlangıca aşırı zor bir göreve yaklaşırken defalarca “başlangıçtan başlamak için” güçlerini ve esnekliklerini koruyan komünistler mahkum değillerdir. (ne olursa olsun helak olmazlar)

Daha iyi yenil!

Lenin burada Beckettyan olmaya uygun, Worstward Ho’dan bir dizeyi önceden ima ediyor: ‘Yine dene, yine yenil, daha iyi yenil.’(2) Onun kararı –başlangıçtan başlamak için- yalnızca yavaşlama ve halihazırda erişilmiş olan destekleme hakkında konuşmadığını, aynı zamanda başlangıç noktasına geri dönme hakkında konuştuğunu belli ediyor: kişi baştan başlamalı, önceki çabasında ulaşmayı başladığı yerden değil. Kierkegaard’ın ifadesiyle, devrimci bir süreç aşamalı bir süreç değildir ama tekrarlamalı bir devinimdir, defalarca başlangıcı tekrarlayan bir devinim.

Georg Lukács, Marksistliği öncesi şaheseri Roman Kuramı’nı şu ünlü cümleyle bitirir: ‘Seyahat bitiyor, yolculuk başlıyor.’ Yenilgi anında olan şey budur: diğerlerinden farklı devrimci deneyimin seyahati bitiyor, ama gerçek yolculuk, yeniden başlama işi henüz başlıyor. Bununla birlikte, geri çekilmeye olan bu isteklilik hiçbir surette diğerlerine doğru dogmatik olmayan bir açılıma işaret etmez, politik rakiplere bir izindir, ‘Biz hatalıydık, siz uyarılarınızda haklıydınız, bu nedenle şimdi güçlerimizi birleştirelim.’ Aksine, Lenin böylesi anların mümkün olan en büyük disipline ihtiyaç duyulan zamanlar olduğunda ısrar eder. Birkaç ay sonra Nisan 1922’de Bolşevik Parti 11. Kongresi’ne hitaben konuşan Lenin şu görüşleri ileri sürer:

Bütün ordu geri çekilmekte olduğu zaman (mecazi anlamda konuşuyorum), ilerlerken sahip olduğu moralle aynı morale sahip olamaz. Her adımda buhranın belli bir halini bulursunuz. Bu, ciddi tehlikenin yattığı yerdir; ilişkilerin büsbütün farklı olmasından dolayı büyük muzaffer bir ilerlemenin ardından geri çekilmek son derece zordur. Muzaffer bir ilerleme süresince disiplin gevşese bile herkes kendi arzusuyla ileriye yüklenir. Bununla birlikte bir geri çekilme süresince disiplin daha şuurlu olmalıdır ve yüzlerce kat fazla gereklidir, çünkü bütün bir ordu geri çekilmekte olduğu zaman nerede duracağını bilemez veya göremez. Sadece geri çekilmeyi görür; böylesi koşullar altında bazen paniğe kapılmış birkaç ses bile bozguna sebep olmaya yeterlidir. Buradaki tehlike muazzamdır. Gerçek bir ordu geri çekilmekte olduğu zaman makineli tüfekler hazır tutulur ve düzenli bir çekilme düzensiz bir çekilmeye dönüştüğü zaman ateş emri verilir, bu da tamamen doğrudur.

Bu durumun sonuçları Lenin için gayet açıktı. NEP üzerine Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler'in ‘nasihatlerine’ –‘Devrim haddini aşmıştır. Sizin şimdi söylediklerinizi biz her zaman söylüyoruz, bunu tekrar söylememiz için bize izin verin’- cevaben 11. Parti Kongresi’nde şöyle demişti:

Cevaben diyoruz ki: ‘İzin verin sizi bunu söylemeniz için bir atış mangasının önüne koyalım. Ya görüşlerinizi söylemekten kaçınacaksınız ya da durumumuzun beyaz muhafızların bize doğrudan saldırdığı zamandan çok daha zor olduğu mevcut şartlarda görüşlerinizi alenen açıklamakta ısrar ederseniz, bu durumda sizi en kötü ve öldürücü beyaz muhafız unsurları olarak gördüğümüzde ayıplamak için sadece kendinizi bulacaksınız.(3)

Bu ‘kızıl terör’ her şeye karşın Stalinist ‘totaliterlikten’ ayrı tutulmalı. Sándor Márai anılarında farkın belirgin tarifini sağlar.(4) Devrime muhalefet edenlerin şiddetli biçimde konuşma haklarından mahrum edildikleri Leninist diktatörlüğün en şiddetli aşamalarında bile bu kişiler susma hakkından mahrum edilmemiştir: bu kişilerin iç sürgünden dönmelerine izin verilmişti. Bolşeviklerin Lenin’in teşvikiyle kötü şöhretli ‘Filozoflar Vapuru’nu düzenlediği 1922 sonbaharından bir bölüm burada göstergedir. Lenin, bu kovulacak entelektüellerin olduğu listede ağır hastalığına bağlı olarak ölümü beklemek üzere özel hayatına çekilmiş yaşlı bir Menşevik tarihçinin olduğunu öğrendiğinde onu sadece listeden çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda ona fazladan yemek kuponları verilmesi talimatını da vermişti. Düşmanı politik mücadeleden çekildiğinde Lenin’in kini de biterdi.

Bununla birlikte Stalinizm için böylesi bir sessizlik bile çok fazla yankı yapar. Sadece kalk kitlelerinin desteklerini göstermek için büyük gösterilere katılması gerekmez, sanatçılar ve bilim insanlarının da resmi bildirileri imzalamak, Stalin’e veya resmi Marksizm’e riyakârlık yapmak gibi etkin önlemlere katılarak kendilerinden ödün vermeleri gerekirdi. Leninist diktatörlükte birisi söylediğinden dolayı vurulabiliyorduysa Stalinist diktatörlükte söylemediğinden dolayı vurulabiliyordu. Bu, en sonuna kadar gerçekleştirilmişti: suskunluğa çekilmenin en aşırı hali olan intihar, Stalin tarafından partiye en son ve en büyük ihanet eylemi olarak ayıplanmıştı. Leninizm ve Stalinizm arasındaki bu farklılık topluma yönelik genel tutumlarını yansıtır: birincisi için toplum, iktidar için amansız mücadelenin, açıkça kabul edilmiş mücadelenin bir alanıdır; diğeri için ise bazen neredeyse belli belirsiz olan çarpışma, kendisinin dışında tutulana -insandan daha aşağı olan haşarat, böcek, hainler- karşı sağlıklı toplumun tekrar tanımlanmasıdır.

Bir Sovyet kuvvetler ayrılığı mı?

Lenin’den Stalin’e geçiş gerekli miydi? Hegelci cevap geçmişe dönük ihtiyacı anımsatacaktır: bu geçiş bir kez olduğunda, Stalin kazandığında gerekliydi. Diyalektik tarihçinin görevi bunu ‘başlangıçta’ düşünmektir, Moshe Lewin’in Lenin’in Son Mücadelesi eserinde yapmayı denediği gibi farklı biçimde bitebilecek mücadelenin bütün olasılıklarının üzerinde durmaktır. Lewin ilk olarak Lenin’in Sovyet devletini oluşturan ulusal varlıklarsın tam bağımsızlığında ısrar etmesine işaret eder -22 Eylül 1922’de Politbüro’ya yazdığı bir mektupta Stalin’in Lenin’i açıkça ‘ulusal liberalizmle’ suçlamasına hiç şaşırmaz.- İkincisi Lenin’in hedeflerin gösterişsizliğine olan vurgusunun altını çizer: sosyalizm değil, ama kültür, yaygın okuryazarlık, verimlilik, teknokrasi; köylülerin NEP bağlamında ‘aydın tüccarlar’ haline gelmesine imkan sağlayan kooperatif ortaklıklar. Bu belli ki ‘tek ülkede sosyalizm’den çok farklı bir perspektifti. Bu gösterişsizlik bazen şaşırtıcı biçimde açıktır: Lenin tüm ‘sosyalizmi inşa’ denemeleriyle alay eder; partinin yetersizlik motifleriyle aralıksız olarak oynar ve Napoleon’un “Önce mücadeleye başlamalı, gerisine sonra bakarız” sözünü yineleyerek Sovyet siyasetinin doğaçlama doğasında ısrar eder.

Lenin’in devlet bürokrasisinin egemenliğine karşı son mücadelesi herkesçe malum; az bilinen ise, Lewin’in şeffaf biçimde işaret ettiği gibi, Lenin’in yeni bir yönetim kurulu, Merkez Denetleme Kurulu teklifiyle demokrasi yörüngesini ve parti-devlet diktatörlüğünü düzeltmeyi denediğidir. Lenin, Sovyet rejiminin diktatoryal doğasını tamamen kabul ederken, zirvesinde farklı unsurlar arasında denge kurmayı, demokratik rejimlerdeki kuvvetler ayrılığı ile –karşılaştırma benzemeden öte değil- ‘aynı amaca hizmet edebilecek bir karşılıklı kontrol sistemi’ denemişti. Genişletilmiş bir Merkez Komite siyasanın genel hatlarını koyacaktı ve tüm parti aygıtlarını denetleyecekti. Bunun kapsamında Merkez Denetleme Kurulu şöyle olacaktı:

Merkez Komite’nin ve çeşitli dallarının –Politik Büro, Sekretarya, Orgburo (örgütlenme bürosu, ç.n.)- kontrolü görevini yapacak. Kurulun bağımsızlığı, Politbüro’nun, yönetim organlarının veya Merkez Komite’nin aracılığı olmadan Parti Kongresi ile doğrudan bağlantısı ile garanti altına alınacak.(5)

Denetlemeler ve dengelemeler, kuvvetlerin dağıtımı, karşılıklı kontrol – bu, Lenin’in soruya umutsuz cevabıydı: denetleyicileri kim denetleyecek? Merkez Denetleme Kurulu fikrinde hayal gibi, bayağı fantazmatik olan bir şeyler var: en iyi öğretmenlerden ve teknokratlardan oluşan, ‘politikleşmiş’ Merkez Komite’yi ve onun organlarını kontrol altında tutacak, ‘apolitik’ bir ağza sahip bağımsız, eğitici bir denetleyici kurul –kısacası parti yöneticilerini hizada tutacak tarafsız uzmanlar-. Bununla birlikte tüm bunlar en üst parti aygıtlarının kongreyi denetlemesine ve partiyi eleştirenleri hizipçi olarak azletmesine izin veren Parti Kongresi’nin –hiziplerin yasaklanmasıyla halihazırda bilfiil altı oyulmuş olan- gerçek bağımsızlığına dayanır. Bunun, politik mücadelenin tüm her tarafa yayılma durumundan farklı bir şekilde iyice haberdar olan bir liderden geldiğini göz önünde bulundurduğumuzda Lenin’in uzmanlara güvenmesinin saflığı tümüyle çarpıcıdır.

Rüzgârın halihazırdaki yönü, Stalin’in 1922 yılında Rusya Sovyeti Federatif sosyalist Cumhuriyeti hükümetini aynı zamanda Ukrayna, Beyaz Rusya, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan hükümeti olarak açıkça beyan etme teklifinden bellidir:

Bu karar Rusya Komünist Partisi (RCP) Merkez Komitesi tarafından kabul edilirse, bu aleni yapılmayacak ama söz konusu teklifin bu cumhuriyetlerin talebi olarak açıklanacağı Sovyetlerin Tüm Rus Kongresi daveti öncesinde cumhuriyetlerin Merkez Komiteleri ile adı geçen cumhuriyetlerin Sovyet organları, Merkez Yönetim Komiteleri veya Sovyetler Kongreleri arasında dolaşım için iletişim kurulacak.(6)

Üst makamla taban arasındaki etkileşim böylelikle sadece kalkmadı –böylece üst makam açıkça arzusunu dayatır-, aynı zamanda yaraya tuz bastı, karşıtı olarak yeniden sahnelendi: Merkez Komite, tabanın ne dilediğine karar verir, üst makama onların kendi dileğiymiş gibi iletir.

Nezaket ve dehşet

Lewin’in, Lenin’in son mücadelelerine dair dikkatimizi çektiği bir başka özellik, incelik ve nezakete yönelik beklenmeyen odaklanma. Lenin, iki olaya derinden üzülmüştü: Moskova’nın Gürcistan temsilcisi Sergo Ordzhonikidze’nin politik bir tartışmada Gürcistan Merkez Komitesi’nini bir üyesine vurması ve Stalin’in Krupskaya’ya (Lenin’in eşi, ç.n.) sözlü olarak hakaret etmesi (Lenin’in Troçki’ye yazdığı ve Stalin’e karşı anlaşma önerdiği bir mektubunu Troçki’ye ulaştırdığını fark edince). Bu son olay Lenin’i ünlü yakarışını yazmaya teşvik etti:

Stalin çok kaba ve bu kusuru bizim aramızda ve biz komünistlerin ilişkilerinde tamamen hoş görülebilir olsa da bir Genel Sekreterlik’te hoş görülemez hale gelir. Yoldaşlara, Stalin’i bulunduğu görevden alarak yerine her bakımdan üstünlüğüyle, yoldaşlarına karşı daha hoşgörülü, daha vefalı, daha kibar, daha hürmetkâr ve daha az kaprisli olmasıyla Yoldaş Stalin’den ayrılan başka birini atamanın yollarını düşünmelerini önermemin nedeni bu.(7)

Lenin’in Merkez Denetleme Kurulu önerisi ve nezaketin korunmasına dair ilgisi hiçbir surette liberal yumuşama belirtisi değildir. Aynı dönemde Kamanev’e yazdığı bir mektupta açıkça şunu ifade eder: ‘NEP’in teröre son vereceğini düşünmek büyük bir hatadır, tekrar teröre ve ekonomik teröre başvuracağız.’ Bununla birlikte devlet aygıtlarının ve ÇEKA’nın (Sovyet haber alma teşkilatı, ç.n.)daraltılması planından sağ kurtulacak olan bu dehşet, mevcut gerçeklikten daha büyük bir tehdit olacaktır: Lewin’in anlattığı gibi, Lenin “devlet tarafından işadamlarına tahsis edilen limiti aşacak gibi olan (NEP altında) kimselere, vasıtasıyla bu üst düzey silahın mevcudiyetini ‘nezaketle ve kibarca’ hatırlatabilecek” bir araç arar.(8) Lenin, bu noktada doğrudur: diktatörlük (devlet) iktidarının belirleyici aşırılığına başvurur ve bu düzlemde tarafsızlık yoktur. Can alıcı soru ‘kimin aşırılığı’dır. Eğer bizim değilse, onlarındır.

Merkez Denetleme Kurulu’nun çalışma biçimi üzerine 1923’teki ‘ Daha az iyi, ama daha iyi’ isimli son metninde kendi cümleleriyle bu kurulun şuna başvurması gerektiği fikrini dile getirir:

Bazı yarı komik ayak oyunları, kurnaz hileler, düzenbazlık kırıntıları veya aynı türden şeyler. Batı Avrupa’nın temkinli ve ağırbaşlı devletlerinde böylesi bir fikrin insanları korkutacağını ve tek bir doğru dürüst yetkilinin bile bunu aklında bulundurmayacağını biliyorum. Buna rağmen şu ana kadar onlar kadar bürokratik hale gelmediğimizi ve bu fikrin bizim aramızda tartışılmasının eğlenceden başka hiçbir şeye neden olmayacağını umuyorum.

Sahiden, zevki neden faydayla birleştirmeyelim? Neden gülünç, zararlı, yarı gülünç, yarı yararlı ve benzeri şeyleri açığa çıkarmak için bazı komik veya yarı komik ayak oyunlarına başvurmayalım?(9)

Bu, Merkez Komite’de ve Politbüro’da yoğunlaşmış ‘ağır’ yönetici iktidarının neredeyse iki katı bir ayıp değil mi? Ayak oyunları, bir fikrin açıkgözlüğü –fevkalade bir rüya fakat her şeye karşın bir ütopya. Lewin’in iddiasına göre, Lenin’in zayıflığı bürokratikleşme problemini görmesi ancak ağırlığını ve esas boyutunu hafife alması: ‘Onun toplumsal analizleri, ekonomisinin ana sektörlerini kamulaştıran bir ülkenin devlet aygıtlarını bariz bir sosyal unsur olarak hesaba katmadan üç toplumsal sınıf - işçiler, köylüler ve burjuvalar- üzerine temellenmişti.’(10)

Bolşevikler hızla politik güçlerinin bariz toplumsal temelden yoksun olduğunun farkına vardılar: tarafından durdukları ve iktidarı için çaba gösterdikleri işçi sınıfının çoğunluğu iç savaşta ortadan kaybolmuştu, dolayısıyla bir bakıma toplumsal temsilden yoksun biçimde iktidardaydılar. Bununla birlikte, kendilerini arzularını topluma dayatan katışıksız bir politik iktidar olarak düşlerken, devlet bürokrasisinin nasıl da iktidarın gerçek toplumsal dayanağı haline geldiğini gözden kaçırdılar.

Toplumsal dayanaktan yoksun ‘katışıksız’ politik iktidar gibi bir şey daha yoktur. Bir rejim kendi kendini baskı altında tutan aygıtlardansa başka toplumsal dayanaklar bulmalıdır. Sovyet rejiminin askıya almış göründüğü boşluklar yakın zamanda doldurulmuştu, Bolşevikler görmemiş ya da görmek istememiş olsa bile. (11)

Muhtemelen, bu dayanak Lenin’in Merkez Denetleme Kurulu projesini engelleyecekti. Anti-ekonomist ve determinist yöntemlerin her ikisinde de şu doğrudur ki, Lenin politik olanın özerkliğinde ısrar etti, ama Alain Badiou’nun sözleriyle gözden kaçırdığı her politik gücün bazı toplumsal güçleri veya sınıfı nasıl temsil ettiği değil, bu temsilciliğin politik gücünün kendi toplumsal gücü olarak nasıl doğrudan kendi temsil ediliş düzlemine kazındığıdır. Bu nedenle Lenin’in Stalin’e karşı son politik mücadelesi adamakıllı bir facianın tüm alamet-i farikalarını taşır: bu, iyi adamın kötü adamla savaştığı bir melodram değildi, ama kahramanın kendi evlatlarına karşı savaştığının farkına vardığı ve geçmişte verdiği yanlış kararlardan sonra girdiği kaçınılmaz süreci durdurması için artık çok geç olan bir faciaydı.

Başka bir yol

Ve 1989’daki ‘karanlık felaket’ten sonra bugün neredeyiz? 1922’deki gibi, aşağıdan gelen sesler hepimizin etrafında kötü niyetli bir neşeyle yankılanıyor: ‘Sana müstahak, totaliter tasavvurlarını topluma dayatmak isteyen kuş beyinliler!’ Diğerleri kötü niyetli keyiflerini gizlemeye çalışıyor; inliyorlar ve gözlerini şunları söylercesine kederle gökyüzüne dikiyorlar: ‘Korkularımızın haklı çıktığını görmek bize feci ıstırap veriyor! Adil bir toplum kurma tasavvurunuz ne de asildi! Kalbimiz sizinle atıyordu, ancak bize söylenen gerekçe sizin planlarınızın ancak sefalet ve özgürlük mahrumiyeti ile sonuçlanacağı idi!’ Bu baştan çıkarıcı seslerle herhangi bir uzlaşmayı reddederken kesinlikle başlangıçtan başlamalıyız – 1917’de başlayıp 1989’da ya da açık olarak 1968’de biten 20. yüzyılın devrimci çağının kuruluşlarının üzerine başka bir şey kurarak değil, başlangıç noktasına inerek ve başka bir yol seçerek.

Ama nasıl? Batı Marksizminin tanımlanmış problemi devrimci özne yokluğu: işçi sınıfı ‘kendisi’nden ‘kendisi için’e geçişi tamamlamamış ve kendi kendini devrimci fail olarak atamamışken nasıl olur? Bu soru, Batı Marksizminin, işçi sınıfının varoluşuna veya toplumsal konumuna kaydedilmiş bilinçaltı libidinal düzeneğin, sınıf bilincinin yükselmesini önlediğiyle açıklamasına yol açan psikanalize başvurması için başlıca varlık nedenini temin eder. Bu şekilde, Marksist sosyo-ekonomik analizlerin doğruluğu korunmuştur: orta sınıfın yükselmesine dair revizyonist teorilere meydan hazırlamanın sebebi yok. Aynı sebeple, Batı Marksizmi aynı zamanda isteksiz işçi sınıfıyla yer değiştirecek yardımcı aktör olarak devrimci öznenin rolünü oynayabilecek başkalarını bulmak için devamlı bir arayışla meşguldür: Üçüncü Dünya köylüleri, öğrencileri, entelektüelleri hariç tutulmuş. Burada ancak devrimci özne için umutsuz arayışın tümüyle karşıtının görünme şekli olması olasıdır: özneyi bulma, daha önce kımıldadığı yerde onu görme korkusu. Bizim işimizi yapması için başkasını beklemek, hareketsizliğimizi rasyonelleştirmenin bir yoludur.

Bu, komünist hipotezi tekrar ileri sürmemizi öneren Alain Badiou’nun zeminine karşıdır. Badiou şöyle yazar:

Eğer bu hipotezden vazgeçmemiz gerekiyorsa, kolektif eylem alanında bundan böyle bir şey yapmamızın hiçbir surette değeri yoktur. Komünizm ufku olmaksızın, bu İdea olmaksızın tarihsel ve politik olarak hiçbir şey bir filozofun ilgisini çekmez.

Bununla birlikte Badiou devam ediyor:

İdea’ya, hipotezin varoluşuna bağlanmak, onun mülkiyete ve devlete odaklanmış ilk sunuluş şeklinin tam olduğu gibi korunması anlamında gelmez. Aslına bakarsanız felsefi bir görev, hatta borç olarak üstlendiğimiz şey hipotezin mevcudiyetinin yeni bir şekli olarak varolmasına yardım eder.(12)

Bu satırları, komünizmi düzenleyici bir İdea olarak tasarlayan ve dolayısıyla sezgisel kural ya da aksiyomu olarak eşitlikle ‘etik sosyalizm’ hortlağını yeniden canlandıran Kantçı yöntemle okumama konusunda dikkatli olunmalı. Tercihen, komünizme ihtiyacı doğuran bir takım toplumsal uzlaşmazlıklarla, uzlaşmaz çelişkilerle kesin ilişki korunmalıdır; söz konusu bir amaç olarak Marksizmin eski yararlı komünizm tasarımı değil, gerçek çelişkilere tepki gösteren bir harekettir. Komünizme sonsuz bir Idea olarak yaklaşmak, onu yaratan koşulların daha az sonsuz olmadığı, komünizmin tepki gösterdiği uzlaşmaz çelişkilerin zaten hep burada varolacağı anlamına gelir. Buradan sadece bir adım ilerisi, komünizmin, bir mevcudiyet ve yabancılaştıran tüm temsilleri yürürlükten kaldırma düşü olarak, kendi imkânsızlığı üzerinde gelişen bir düş olarak yapısökümcü bir okumasıdır.

Fukuyama’nın Tarihin Sonu kavramıyla dalga geçmek kolay olsa da çoğunluk bugün Fukuyamacı. Liberal-demokrat kapitalizm olası en iyi toplumun en sonunda bulunmuş reçetesi olarak kabul edilmekte; yapılabilecek yegane şey onu daha adil, hoşgörülü ve benzeri duruma getirmek. Bu noktada basit ama uygun soru ortaya çıkıyor: eğer liberal demokrat kapitalizm en iyisi olmasa da en az kötü toplum şekli ise, neden kendimizi olgun bir şekilde tamamen ona teslim etmemeliyiz, hatta candan kabul etmemeliyiz? Tüm olanaksızlıklara rağmen komünist hipotezde ısrar neden?

Sınıf ve ortak alan

Komünist hipoteze sadık kalmak yeterli değil: kişi, komünizmi uygulaması acil hale getiren tarihsel gerçeklik içindeki uzlaşmaz çelişkileri tespit etmeli. Bugün tek doğru soru şudur: küresel kapitalizm, kendisinin sınırsız yeniden üretimine engel olacak kadar güçlü uzlaşmaz çelişkiler içermekte midir? Bu noktada dört uzlaşmaz çelişki kendisini gösterir: ufukta beliren ekolojik felaket tehdidi; özel mülkiyetin sözde entelektüel mülkiyet için uygunsuzluğu; yeni tekno-bilimsel gelişmelerin, özellikle biyogenetik gelişmelerin sosyo-ahlâki uzantıları; ve son ancak en az olmayan tehdit toplumsal ayrımın (apartheid) yeni biçimleri - yeni duvarlar ve varoşlar. Şunun farkına varmalıyız ki son çelişki, dışlanmışlarla dahil olanları ayıran boşluk ile Hardt ve Negri’nin ‘ortak alan’ dediği şeyin – özelleştirilmesine karşı, gerekirse şiddet eylemiyle direnilmesi gereken toplumsal varlığımızın müşterek zenginliği- etkinlik alanını düzenleyen diğer üçü arasında niteliksel fark vardır.

Birincisi, kültürün ortak alanları vardır; bilişsel sermayenin acilen toplumsallaştırılan biçimleri: öncelikle dil, iletişim ve eğitim vasıtalarımız, ancak aynı zamanda toplu taşıma, elektrik, posta gibi müşterek altyapı. Bill Gates’in tekel olmasına izin verilseydi, özel bir kişinin temel iletişim ağımızın yazılım dokusuna sahip olduğu saçma bir duruma erişecektik. İkincisi, dış doğanın kirlenme ve sömürü tehdidi altında olan ortak alanları var –petrolden ormanlara ve doğal çevrenin kendisine kadar – ve üçüncüsü, iç doğanın ortak alanları insanlığın biyogenetik mirası. Tüm bu mücadelelerin paylaştığı şey, kapitalist mantığın bütün ortak alanları serbest işletmeyle kaplamasına izin vermekteki yıkıcı –insanlığın intiharına varacak kadar- güç hakkındaki farkındalıktır. Komünizm fikrinin dirilmesine izin veren ‘ortak alanlar’a ilişkin olan budur: böylelikle kendi özlerinden dışlanarak proleterleşenlerin süreci olarak aşamalı çitini görmemize imkân tanır; bu aynı zamanda sömürü sürecine işaret eden bir süreçtir. Bugünkü görev sömürünün ekonomi politiğini, örneğin adı meçhul ‘bilgi emekçilerinin’ şirketleri tarafından sömürülmelerinin ekonomi politiğini yenilemektir.

Bunun yanında sadece dördüncü uzlaşmaz çelişki, dışlananlara göndermede bulunan çelişki, komünizm mefhumunun haklılığını ortaya koyar. Dışlananları tehdit olarak algılayan ve onları münasip mesafede nasıl tutacağına dair endişelenen bir devlet ahalisinden daha özel bir şey yoktur. Başka bir ifadeyle, dört uzlaşmaz çelişki sırasında kritik olan kabul edilen ile dışlanan arasındakidir: bu olmadan diğer hepsi yıkıcı keskinliklerini yitirir. Ekoloji, sürdürülebilir kalkınmanın bir problemine dönüşüyor, entelektüel servet karmaşık yasal karşı çıkışa, biyogenetik ise etik bir soruna dönüşüyor. Kişi, kabul edilen ile dışlanan arasındaki uzlaşmaz çelişkiyle zıtlaşmadan çevre için samimi biçimde mücadele edebilir, entelektüel servetin daha kapsamlı bir nosyonunu savunabilir, genlerin telif hakkı olmasına muhalefet edebilir. Dahası bu mücadelelerin bazılarını, kirleten dışlanan tarafından tehdit edilen kabul edilen üzerinden formüle edebilir. Böylelikle hiçbir safi doğruluk elde etmeyiz, sadece Kantçı anlamda ‘özel’ aidiyetler elde ederiz. Whole Foods ve Starbucks gibi şirketler, sendika karşıtı faaliyetlerle meşgul olsalar da liberaller arasında beğenilmeyi sürdürürler; buradaki hile ürünlerini ilerici bir tasarımla satmalarıdır: kahve, ‘adil ticaret’ fiyatından satın alınan çekirdekten, pahalı karıştırma makineleriyle yapılır vb. Kısacası, kabul edilen ile dışlanan arasındaki uzlaşmaz çelişki olmadan, kendimizi Bill Gates’in açlık ve hastalıkla savaşan en büyük yardımsever, Rupert Murdoch’un yüz milyonlarca insanı medya imparatorluğu vasıtasıyla harekete geçiren en büyük çevreci olduğu bir dünyada bulabiliriz.

Burada Kant’ın ötesine geçerek eklememiz gereken şey toplumsal hiyerarşinin ‘özel’ düzeninde belirli bir yerleri olmadığından doğrudan evrenselliğe uyan toplumsal gruplar olduğudur: bu kişiler Jacques Rancière’in adlandırdığı şekliyle cemiyetin ‘olmayan parçanın parçası’dırlar. Gerçekten özgürleştirici olan bütün politikalar, aklın kamusal kullanımının evrenselliği ile ‘olmayan parçanın parçasının’ evrenselliği arasındaki kısa devreden ortaya çıkmaktadır. Bu, yani proletaryanın evrenselliği ile felsefenin evrenselliğini bir araya getirmek zaten genç Marx’ın komünist düşüydü. Antik Yunan’dan beri, dışlananların sosyo-politik alanı ihlalinin bir adı var: demokrasi

Demokrasinin baskın liberal eğilimi bu dışlanmışlarla da uğraşır, ama bunu temelden farklı bir biçimde yapar: azınlık sesleri olarak dahil edilmelerine odaklanır. Tüm fikirler duyulmalı, tüm görüşler hesaba katılmalı, herkesin insan hakları garanti altına alınmalı, tüm yaşam tarzları, kültürler ve adetlere saygı gösterilmeli ve benzeri şeyler. Buradaki demokrasinin takıntısı her türden azınlığın korunmasıdır: kültürel, dini, cinsel vb. Buradaki demokrasinin temeli sabırlı müzakere ve uzlaşmadan oluşur. Burada kaybolan şey dışlanmışlıkta şekillenen evrensellik durumudur. Yeni özgürleştirici politikalar artık belirli toplumsal öznenin edimi olmayacak, farklı öznelerin patlamaya hazır bileşimi olacak. ‘Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan’ klasik proletarya imgesinin aksine bizi birleştiren şey budur, yani her şeyi yitirme tehlikesi altında olmamızdır. Tehdit olan şudur ki, yaşanamaz bir çevrede ot gibi yaşayarak genetik temelimizin manipüle edilmesiyle, tüm sembolik içeriklerinden mahrum edilmiş soyut ve içi boş Kartezyen öznelere indirgeneceğiz. Bu üçlü tehdit hepimizi Marx’ın Grundrisse’de ortaya koyduğu gibi ‘maddesiz öznelliklere’ indirger, proleter yapar. ‘Olmayan parçanın parçası’ tasviri bizi kendi durumumuzun gerçekliğiyle yüzleştirir; ve etik-politik meydan okuma bu tasvirde bizim farkımıza varır. Bir bakıma hepimiz hem doğadan hem de sembolik cismimizden dışlanmışız. Bugün hepimiz potansiyel olarak ‘homo sacer’iz (kutsal insan)* ve gerçekten o hale gelmekten kaçınmanın tek yolu önleyici bir şekilde harekete geçmektir.

* Homo Sacer: Roma hukukunda, herhangi bir kişinin öldürebileceği fakat dini ritüeller sırasında kurban edilmesi yasaklanmış bir figürdür. Bu kişi ne vatandaştır ne de hak sahibidir, vatandaşlık hakları elinden alınmıştır. Bu kavramı çağdaş düşünürlerden Giorgio Agamben kullanmaktadır.

(1) V. I. Lenin, ‘Bir Siyaset Yazarını Notları’, ölümünden sonra 16 Nisan 1924’te Pravda’da yayımlanmış, Collected Works, cilt 33, Moskova, 1966, s. 204-7

(2) Samuel Beckett, ‘Worstward Ho’, Nohow On, Londra 1992, s. 101

(3) V. I. Lenin, ‘Rusya Komünist Partisi (Bolşevik) 11. Kongresi’, Collected Works, cilt 33, s. 281–3

(4) Sándor Márai, Memoir of Hungary: 1944–1948, Budapeşte, 1996

(5) Moshe Lewin, Lenin’in Son Mücadelesi [1968], Ann Arbor, yeni baskı 2005, s. 131–2

(6) Moshe Lewin, Lenin’in Son Mücadelesi, ek 1, s. 146-7

(7) Lewin, a.g.e, s. 84

(8) Lewin, a.g.e, s. 133

(9) V. I. Lenin, ‘Daha Az İyi, Ama Daha İyi’, Collected Works, cilt 33, s. 495

(10) Lewin, a.g.e, s. 125

(11) Lewin, a.g.e, s. 124

(12) Alain Badiou, The Meaning of Sarkozy, Londra-New York, 2008, s. 115

http://www.newleftreview.org/?page=article&view=2779 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Fransa’da işçiler kazandı

19 Temmuz 2009 Pazar

Güneybatı Fransa’da platform vinci üreticisi New Fabris fabrikasında üç haftadan beri grevde olan işçilerin direnişi işten çıkarılacak 53 işçinin her biri için 30 bin avroluk ödeme sözü ile başarıyla sonuçlandı. İşçiler hafta içi yaptıkları açıklamada taleplerinin karşılanmaması halinde fabrikayı havaya uçurma tehdidinde bulunmuş, ayrıca yüksek hızlı bir treni de TGV tren istasyonundan çıkarmamışlar, böylece kamuoyunun ilgisini direnişlerine çekmeyi başarmışlardı.

Fabrika yönetimiyle 7 saat süren uzun ve zor bir pazarlık yapan sendika temsilcilerinden Christian Amadio, fabrika sahiplerinin başka tercih yapma şansları olmadığını belirtirken, dışarıda bekleyen onlarca işçinin coşkulu tezahüratlarına karşın “Ne için mücadele ediyorsak onu kazandık. Daha fazlasını değil” şeklinde konuştu. Pazarlık, şirketin Nisan ayında açıkladığı plan gereği işten çıkarılacak olan 53 işçiye yapılacak 30 bin avro üzerine kurulurken, işten çıkarılacak işçilerin isimleri Eylül ayının ortasında açıklanacak.

İşçiler sonuna kadar bir arada dururken kimse yazılı bir protokol imzalanmadan pazarlık masasını terk etmedi. Akşam çıkan fırtına bile heveslerini kıramadı. İşçiler, Tonneins Belediye Başkanı Jean-Pierre Moga’nın kendilerine verdiği destekten memnun olurken, Christian Amadio, “Moga, teşekkür etmek istediğimiz tek seçilmiş yetkili. Hep bizden yana oldu, diğerleri ise bizi hayal kırıklığına uğrattı” diye konuştu.

Direnişteki işçiler Pazartesi günü işbaşı yapacak. Kadın direnişçilerden Pascale, başlangıçta sadece şirket çalışanları olduklarını, ancak direniş sonrasında kendilerini aynı ailenin üyeleri olarak hissettiklerini söyledi. Vinçlerin etrafına dizilen gaz kutularına dair görüşler ise bölünmüş durumda. İşçilerin çoğu, tehditlerinin işe yaradığından emn olduklarını belirtirken, işçilerin bağlı olduğu sendika olan CGT’nin temsilcisi Christian Amadio ise “Doğrusu emin değilim” diyor.

http://thecommune.wordpress.com/2009/07/19/jlg-france-explosion-threat-putting-the-squeeze-on-management/ adresinde yayımlanan haberden yararlanılarak oluşturulmuştur.

Yazan: Immanuel Wallerstein

George W. Bush’un başkanlığı son iki yüzyılda Latin Amerika’da merkezin solundaki siyasi partiler için en büyük dönüm noktası oldu. Barack Obama’nın başkanlığı ise Latin Amerika’da sağ için bir rövanş zamanı olma riski taşıyor.

Gerekçe belki de aynı, ABD’nin dünya politikasındaki devam eden merkeziyetiyle Latin Amerikalıların gücünün reddinin bileşimi. Vaktiyle ve aynı zamanda, ABD’nin kendisini dayatması olanaksız ve bununla birlikte herkesçe beklenen oyuna kendi taraflarından girmesi.

Honduras’ta ne oldu? Honduras, uzun zamandan beri –ABD ile yakın bağları olan küstah ve pişman olmayan bir egemen sınıf ve başlıca Amerikan üslerinden biriyle- Latin Amerika oligarklarının en sağlam ayaklarından. Ülkenin kendi ordusu popüler görüşlerle subayları herhangi bir lekeden kaçınmadan işe alınmış.

Son seçimlerde Manuel “Mel” Zelaya başkan olarak seçildi. Egemenlerin bir ürünü olarak onun da oyunu Honduras başkanlarının hep oynadığı yöntemle oynamaya devam etmesi bekleniyordu. O bunun yerine politikalarını sola doğru keskinleştirdi. Zelaya iç programda gerçekten nüfusun büyük çoğunluğu için bir şeyler yapmak, uzak kırsal bölgelerde okullar inşa etmek, asgari ücreti yükseltmek, sağlık klinikleri açmak işlerini üstlendi. Göreve, ABD ile serbest ticaret anlaşmasını destekleyerek başladı. Ancak iki yıl sonra Hugo Chavez tarafından başlatılan devletlerarası bir örgüt olan ALBA’ya girdi ve Honduras sonuç olarak Venezüella’dan gelen düşük maliyetli petrolü aldı.

Sonra, halkın anayasayı gözden geçirmek için bir kurum oluşturma fikrini iyi bulup bulmadığına dair bir danışma referandumu düzenleme teklifinde bulundu. Oligarşi ise bunun Zelaya’nın anayasayı ikinci dönem görev yapmasına olanak verecek biçimde değiştirme denemesi olduğu yaygarasını kopardı. Ancak referandum halefinin seçileceği gün yapılacağından bu düpedüz sahte bir gerekçeydi.

Sonra neden ordu yüksek mahkemenin, Honduras parlamentosunun ve Katolik Kilisesi hiyerarşisinin desteğiyle darbe düzenledi? Burada iki etken devreye giriyor: Zelaya’ya bakışları ve ABD’ye bakışları. 1930’larda ABD sağı Franklin Roosevelt’e “sınıfına ihanet eden kişi” olarak saldırmıştı. Honduras oligarşisi için de Zelaya da diğerlerine örnek olabilme ihtimali nedeniyle cezalandırılmış bir “sınıfına ihanet eden kişi”.

Peki ya ABD? Darbe gerçekleştiğinde blog dünyasındaki gürültücü sol yorumcuların bazıları bunu “Obama’nın darbesi” olarak adlandırdı. Bunlar, ne olduğu noktasını kaçıranlardı. Ne Zelaya ne de destekçileri sokaktaydı, ne de Chavez veya Castro gerçekten böylesine basit bir bakışa sahipti. Hepsi Obama ile ABD sağı arasındaki farka işaret etti ve çok incelikli analizler ifade etti.

Şu çok açık ki Obama yönetiminin istediği son şey bu darbeydi. Darbe, Obama’nın elini zora sokma denemesiydi. Bu kuşkusuz ki Bush’un eski Küba-Amerika danışmanı Otto Reich gibi ABD sağının anahtar figürleri ve International Republican Institute (IRI) tarafından teşvik edildi. Yapılan, Saakashvili’nin Güney Osetya’yı işgal ettiği sırada Gürcistan’da ABD’ye yaptırmak istediğiyle benzerdi. O da ABD sağının suç ortaklığıyla yapılmıştı. Ancak Rus güçlerinin durdurması nedeniyle işlememişti.

Latin Amerika’da sağ geri mi dönecek?

Obama, Honduras darbesinden beri kıpırdanıyor. Ve şu andan itibaren Honduras ve ABD sağı, ABD politikasının çevrelerinde dönmesini becerecekleri konusunda hiç hoşnut değil. Çirkin açıklamalarının bazılarına şahidiz. Darbe hükümetinin Dışişleri Bakanı Enrique Ortez, Obama için “un negrito que sabe nada de nada” sözünü kullandı. “Negrito”nun İspanyolcada nasıl bir aşağılama olduğuna dair tartışmalar var. Ben kendi adıma bunu Obama’ya şöyle söylendiği biçiminde çevireceğim: “Kesinlikle hiçbir şey bilmeyen bir zenci.” Her durumda, ABD Büyükelçisi bu aşağılamayı sert biçimde protesto etti. Ortez, “talihsiz beyanatından” dolayı özür diledi ve hükümette başka bir göreve kaydırıldı. Ortez, bir Honduras televizyonuna verdiği beyanatta da “Irkçı önyargılarım yok, ABD’nin başkanı olan şeker fabrikası zencisinin seviyorum” dedi.

ABD sağı kuşkusuz ki daha kibar ancak Obama’yı daha az küçük düşürücü değil. Cumhuriyetçi Senatör Jim DeMint, Küba-Amerika Konseyi Cumhuriyetçi Temsilcisi Ileana Ros-Lehtinen ve muhafazakar hukukçu Manuel A. Estrada darbenin haklı olduğunda ısrar etti, çünkü onlara göre bu bir darbe değildi, sadece Honduras anayasasının korunmasıydı. Ve sağcı blogcu Jennifer Rubin 13 Temmuz’da “Obama, Honduras konusunda hatalı, hatalı, hatalı” başlıklı bir yazı yayınladı Onun Honduraslı muadili Ramón Villeda da 11 Temmuz’da Obama’ya yönelik şunları söylediği bir açık mektup yayınladı: “ABD’nin, bir müttefik ve dostun kritik bir zamanda hata yaptığı ve mahvolduğu ilk an bu değil.” Bu arada Chavez Dışişleri Bakanlığı’nı “bir şeyler yapmaya” çağırıyordu.

Honduras sağı, Zelaya’nın görev süresi dolana kadar zamana oynuyor. Eğer bu hedefe ulaşabilirlerse kazanacaklar. Ve Guatemala, Salvador ve Nikaragua sağı da artık sağcı olmayan hükümetlerine karşı kendi darbelerini başlatma hevesiyle kenardan onları izliyor.

Honduras darbesi, Latin Amerika’da ne olduğuna dair daha büyük bir bağlama yerleştirilmeli. Arjantin ve Brezilya’da bu yıl ve gelecek yıl yapılacak seçimlerde sağın kazanması bir hayli olası, Uruguay da öyle ve en çok da Şili. Güney Amerika’nın önde gelen üç analisti kendi yorumlarını yayınladılar. Aralarında en az pesimisti olan Arjantinli siyaset bilimci Atilio Boron, “darbenin gereksizliğinden” bahsediyor. Brezilyalı sosyolog Emir Sader, Latin Amerika’nın bir tercihle karşı karşıya olduğunu söylüyor: “Neo-liberalizm karşıtlığının derinleşmesi ya da muhafazakarlığın restorasyonu.” Uruguaylı gazeteci Raúl Zibechi, analizini “ilericiliğin dayanılmaz çöküşü” olarak adlandırıyor. Zibechi aslında Sader’in alternatifi için çok geç olabileceğini düşünüyor. Ona göre başkanlar Lula (Brezilya), Vazquez (Uruguay), Kirchner (Arjantin)ve Bachelet’in (Şili) zayıf ekonomi politikaları sağı (Berlusconi tarzını benimsiyor olarak gördüğü) güçlendirdi ve solu böldü.

Kendi adıma ortada daha anlaşılır bir açıklama olduğunu düşünüyorum. Latin Amerika’da sol ABD deliliği ve uygun ekonomik süreç sayesinde iktidara geldi. Şu anda devam eden delilik ve kötü bir ekonomik süreçle yüz yüze. Ve aslına bakarsak merkez-sol hükümetlerin dünya ekonomisine dair yapabileceği şey olmasına rağmen sol suçlu görülüyor, çünkü iktidarda.

ABD, darbeye dair daha fazla şey yapabilir mi? Tabii ki yapabilir. Her şeyden önce Obama darbeyi darbe olarak niteleyebilir. Bu, Honduras’a yönelik tüm ABD desteğinin kesilmesine yol açacak. Obama, Pentagon’un Honduras ordusuyla devam eden ilişkisini kesebilir. ABD büyükelçisini geri çekebilir. Honduras’ın meşru hükümeti ile darbe liderleri arasında “arabulucukta” ısrar edeceğine pazarlık edilebilecek hiçbir şey olmadığını söyleyebilir.

Bunların hiçbirini neden yapmıyor? Bunun cevabı da gerçekten basit. Gündeminde en az dört başka çok acil madde var: Sonia Sotomayor’un Yüksek Mahkeme’ye onayı, Ortadoğu’da devam eden düzensizlik, sağlık yasasını u yıl geçirme ihtiyacı (Ağustos’ta olmazsa Aralık’ta) ve Bush yönetiminin yasadışı eylemlerine dair soruşturma açması için birden ortaya çıkan muazzam baskı.

Sonuçta Obama kımıldıyor. Ve kimse mutlu olmayacak. Zelaya henüz yasal makamına dönmemiş olabilir, ancak şu andan itibaren üç ay içinde olabilir. Çok geç. Gözünüz Guatemala’nın üzerinde olsun.

http://www.agenceglobal.com/Article.asp?Id=2067 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Yazan: Kia Mistilis

Nijerya güçleri, savaş uçakları ve hücumbotlar arkasında 13 Mayıs’ta Nijer Deltası’nda 30 bin insanı yerinden eden ve insani bir krizin kıvılcımını çakan geniş çaplı bir saldırı başlattı. Yok edilen köylerinden kaçan binlerce sivil şu anda silahlı direniş grupları ile Nijerya ordusu arasında sıkışmış durumda. Söz konusu siviller, İranlıların Twitter aracılığıyla yaptığı gibi dünyayı bu ciddi durum hakkında uyarmak için internet erişimine sahip olmayı bir yana bırakın, çalılar arasında yiyecek, su veya tıbbi malzemeler olmadan saklanıyorlar.

Dünya enerji krizinin temeline karşı, basın bölgede yükselen istikrarsızlığı haber veriyor ve bunu çoğunlukla olayın küresel petrol stokuna ve fiyatlarına etkisi bakımından yapıyor. Buna karşın bölgede yaşayan 12 milyon insan için mücadele hayatta kalmalarına dair.

Nijerya, 150 milyonluk nüfusuyla Afrika’nın en kalabalık ülkesi ve dünyanın yedinci büyük petrol üreticisi. Ülkede petrolün neredeyse tümü Nijer Deltası’ndan çıkarılıyor.

1970 yılından beri ülkeye 350 milyar dolarlık petrol geliri akmasına rağmen Nijeryalıların yüzde 75’i günde 1 dolardan az parayla yaşıyor. Nijer Deltası halkı, petrol kârı çokuluslu petrol şirketlerinin ve Nijerya seçkinlerinin banka hesaplarını doldururken okulları, hastaneleri veya temel altyapı tesisleri olmaksızın sefil bir yoksulluk içinde yaşıyor. Nijerya devleti, 1958’den beri çokuluslu şirketlerle düzensiz petrol üretimi için ortaklık anlaşması imzalamış durumda. Nijer Deltası’ndaki 50 yıldan fazla zamandır devam eden sömürü, sistematik insan hakları ihlalleri ve çevresel yıkımla sonuçlanmış durumda.

İngiltere, ABD ve Nijerya’dan çevre uzmanları tarafından 2006 yılında hazırlanan ve Nijerya Doğal Yaşamı Koruma Vakfı’nca bir araya getirilen rapora göre Nijer Deltası dünyanın petrolden en ciddi biçimde etkilenen ekosistemlerinden ve yeryüzünde en çok kirlenen beş bölgeden biri. 50 yıldır her sene bir Exxon-Valdez felaketine eşdeğer biçimde 1,5 milyon tondan fazla petrol deltaya dökülüyor, kırılgan Hindistan sakızağaçlarını ve yağmur ormanı ekosistemini zehirliyor, balıkçılık ve tarımsal geçim kaynaklarını yok ediyor. Aralıksız gaz yakılması atmosfere zehirli kimyasalları salıyor, kansere, doğum kusurlarına, solunum yolu hastalıklarına ve metal çatıları çürütecek kadar zehirli olan asit yağmurlarına yol açıyor.

ABD’deki davalarda sunulan deliller, Hollandalı Shell ve ABD’li Chevron’un Nijerya hükümetinin sivillere yönelik ardı arkası kesilmeyen insan hakları ihlallerine suç ortaklığını açığa vuruyor. 1990’ların başından bu yana söz konusu şirketler petrol etkinliklerine yönelik halk muhalefetinin şiddetle bastırılması için orduya finansal, silah ve nakliye desteği sağlıyor.

Hem Shell hem de Chevron, Nijerya güvenlik güçlerinin şantiyelerine doğrudan müdahalesini talep etmiş durumda. Kaydedilmiş ilk olay Shell’in polis şefine yazdığı ve şunları belirttiği mektubun ardından 1990’da Umechem’de gerçekleşmiş: “Sizden acil olarak bize bulunduğumuz bölgede güvenlik koruması (tercihen mobil polis gücü) sağlamanızı istiyoruz.” Talep karşılandı ve güvenlik güçleri 80 insanı öldürdü ve 495 evi yok etti. 1990’larda yolsuzluklarıyla ve berbat insan hakları sicilleriyle çok iyi biçimde tanınan Ortak Polis ve Asker Komitesi Başkanı olan Albay Paul Okuntimo, Shell tarafından kendisine para ödendiğini ya da yönlendirildiğini belirtmişti.

Çevresel Haklar Hareketi Direktörü Nnimmo Bassey, bir BD alt komisyonu insan haklarını ve kanunu soruşturmadan önceki ifadesinde, davacı ifadelerini alıntılamıştı: “Chevron düzenli olarak içinde ordunun, deniz kuvvetlerinin ve polisin bulunduğu güvenlik güçlerini barındırıyor ve besliyor ve onlara devletin verdiği maaştan fazlasını veriyor. Chevron çalışanları, Nijerya güvenlik güçlerine görevleri sırasında yol gösteriyor veya onları denetliyor.”

“Bir soykırım hikâyesi”

Nijeryalı eylemcilere göre bu, devlet ve şirket destekli terör elinde soykırım riski altında olan insanların hikâyesi. Nijer Deltası Kalkınma Uzmanları Yöneticisi Joel Basina 2007’de, “1999’dan bugüne 20’den fazla topluluk yok edildi, 50 binden fazla kişi asker kurşunuyla öldürüldü ve kimse buna dair bir şey söylemiyor” diye konuşmuştu.

Bir öğrenci lideri olan Suanu Kingston Bere, Shell Ogoniland’daki protestoları bastırması için orduya para verdiği zaman Shell’in boru hattının Ogoniland’den Kuzey Nijerya’ya genişlemesini protesto etmiş. Bere, iki gözaltı ve üç aylık tutuklama ile işkencenin ardından 1995’te Nijerya’dan kaçmış ve ABD’ye politik sığınma hakkını güvence altına aldığı Eylül 2000’e kadar 5 yıllık zamanını Benin’deki bir mülteci kampında harcamış.

Ogoni Öğrencileri Ulusal Birliği’nde aktif olan Bere, şiddet içermeyen eylemci Ken Saro-Wiwa ve 1990 yılında kurduğu Ogoni Halkını Yaşatma Hareketi’nden (MOSOP) esinlenmiş. İlk kez 1993 yılında bir gösteride Saro-Wiwa’nın konuşmasını dinlemesinin ardından MOSOP’a katılmış ve kasabalar ile uzak köylerde mücadele vermeye başlamış.

Delta tarihindeki tarihi etkinliklerde hazır bulunmuş, Nijerya ordusu ile Shell’in etkinliklerine karşı Ogoniland’da gösterilen barışçıl direnişi şiddetle bastırmak için kurduğu tezgâhlara şahit olmuş. Şu anda Oakland-Kaliforniya’da yaşıyor ve Nijerya’da şahit oldukları ve deneyimlediklerini halkla paylaşmaya karar vermiş.

Bere, ABD’li boru hattı yüklenici firması Willbros’un Shell’in yeni boru hattını döşemeye geldiği gün olan 30 Nisan 1994’te Biara köyünde 10 bin Ogoni ile birlikte bir protestoya katılmış. Şirket yetkilileri protestoculara şu şekilde bağıran askeri personel nezaretindeymiş: “Bu sizin toprağınız değil, devlete ait ve buraya devlet ve işlerini yürütmeleri amacıyla personellerini korumamız amacıyla Shell tarafından gönderildik. Eğer boru hattına dokunan olursa gözaltına alınacak, ateş açılacak ve öldürülecek.” Bere, protestocuların girişte durduğunu, slogan attığını ve protestolarını barışçıl biçimde sürdürdüklerini söylüyor. Daha sonra askerler kalabalığa ateş etmeye ve dinamit atmaya başlamış. Sonrasında ise Albay Okuntimo askerlerini Ogoniland’e “öldür ve git politikası” ile göndermiş.

Bere ilk kez 22 Mayıs 1994’te gözaltına alınmış ve söylediğine göre Nijerya ordusu tutuklu kaldığı iki ay boyunca ona işkence yapmış. “Kalçama vurmak için coplarını kullanıyorlardı ve bir daha MOSOP’la hareket etmeyeceğimi söylememi istiyorlardı. Beni bayılana kadar silah dipçikleri ile dövüyorlardı. Bir parça demir aldılar, ateşte ısıttılar ve kalçamı damgaladılar” diyor. Nnimmo Bassey’e göre Eski Devlet Başkanı Olesegun Obasanjo 2005 yılında, Human Righst Watch ve diğerlerinin güvenlik güçlerinin sistematik ihlallerine dair önceki raporlarını onaylar biçimde, polisler ve güvenlik güçlerinin gözetimleri altındaki tutuklulara düzenli olarak işkence yaptıklarını ve onları öldürdüklerini kabul etti.

Bere, Kasım 1996’daki bir başka gösteriden sonra çalılıklarda saklanmış ve hayatı için kaçmak zorunda kaldığını söylüyor. “Diri diri yanan, vurularak öldürülen ve bacakları kesilen insanlar gördüm. Vahşi cinayetlerdi.” Bere ve 500 kişi gözaltına alınmış ve Bori cezaevi kampına konulmuş. “Yine işkence gördüm, aynı yöntemleri kullandılar. Günlerce yemeksiz ve susuz işkence yapılan yüzlerce insan gördüm. Yüzlercesi dayaktan ve silahla vurulma sonucunda öldü. Tüm bunlara şahit oldum. Oradaydım.”

Üretim yüzde 40 düştü

Nijer Deltası’ndaki azınlık etnik grupların barışçıl direnişi vahşi askeri baskıyla ve 50 yıldır diyalog ve gerçek pazarlık imkanı olmadan şirketlerin tutulmayan sözleriyle karşılanmakta. Bu ortamda 2006 yılında silahlı direniş grubu, Nijer Deltası Kurtuluş Hareketi (MEND) ortaya çıkmış. Kaliforniya-Berkeley Üniversitesi’nden Coğrafya Profesörü Michael Watts’a göre grup, petrol tesislerini hedeflemiş ve petrol temininde yüzde 40’lık düşüşe, günlük üretimin 2.4 milyon varilden 1.3 milyon varile düşmesine neden olmuş. MEND, dört gün içine petrol üretimini durdurma kapasitesine sahip olduğunu iddia ediyor.

Watts, Nijer Deltası’ndaki durumun şu anda taşma noktasına eriştiğini söylüyor. Nüfuzlu kuzey ve güneybatı seçmenlerinden, petrol şirketlerinin kaçmaması ve petrol zenginliğinin sürmesi için silahlı gruplara göz açtırılmaması ve istikrarın yeniden sağlanması doğrultusunda güçlü bir iç politik baskı var. Devam eden askeri saldırılar militanlara hükümetin her ne bedelle olursa olsun petrolü kontrol etmekte kararlı olduğunu gösteriyor.

Nijer Deltası’ndaki kriz, petrol ve dünya enerji krizi sorunlarının zirvede olduğu bir tarihsel anda ortaya çıktı. Petrol üretimi tüm menfaat sahipleri için önemli bir konu ve Nijerya’da bu üretimi korumanın trajik bedeli mevcut insani kriz ve savaş.

ABD politikası, Gine Körfezi’nde petrol üretimini güvence altına almak doğrultusunda ve mevcut durumun bölgedeki ABD çıkarlarıyla doğrudan ilgisi var. Nijerya’nın yüksek kaliteli petrolü ABD otomobillerinde ve benzinliklerinde kullanılıyor ve bu yüzden toplam stokun önemli bir bileşeni. Nijerya petrolünün, 2015 yılında ABD’nin petrol ithalatında yüzde 14’ten yüzde 25’lik paya ulaşması beklentisi ile birlikte Washington barış anlaşması aracılığında kilit rol oynamalı.

MEND, diyaloga açık ve pazarlığa hazır olduğunu belirtti. Son yıllarda Nijerya devletinden her ikisini de istedi ancak faydası olmadı. Denetimsiz kaldı, bölgenin savaşa kapılması insani felaket tehdidine işaret ediyor.

Suanu Kingston Bere, “Burada bizim başımıza nelerin geldiğini dünyanın bilmesini istiyoruz” diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: “Nelerin bize ait olduğunu ifade etmek için haklarımızı ve özgürlüğümüzü istiyoruz. Buralar bizim atadan kalma topraklarımız, çevresel temizlik ve Nijerya devleti ile petrol şirketlerinden bizden aldıkları karşılığında kâr payı istiyoruz. Tanrının bize verdiklerinden faydalanmak istiyoruz. Bunun için ölmek istemiyoruz.”

Kia Mistilis: San Francisco’da yaşayan foto-muhabiri.

http://www.counterpunch.org/mistilis07172009.html adresinde yayımlanan haberden çevrilmiştir.

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi