Content feed Comments Feed

IV. Eelam Savaşı bitiyor mu?

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Sri Lanka, Tamil Kaplanları’nın elindeki son bölgeyi de ele geçirdiğini iddia ederken ve binlerce Tamil’in ölümüne neden olurken Tamil halkının özgürlük mücadelesinin tarihi uzun yıllar öncesine dayanıyor. Sri Lanka hükümeti, Tamil sorununda silahlı çözümü seçerken, kuzey ve kuzeydoğuda Tamil çoğunluğun yaşadığı bölgeler için bugüne kadar önerilen otonomi ve federalizm gibi çözümlere ise ne Sri Lanka, ne bölge ülkelerinden Hindistan, Çin ve Pakistan ne de ABD ilgi göstermedi. Söz konusu ülkeler bunu yaparken hep Tamil Eelam Kurtuluş Kaplanları’nın (LTTE) ihlallerine ve 1994 ile 2002’de pazarlığı reddetmesine işaret ettiler. Ancak Kaplanlar’ın yıkım ile cezalandırılmasının nedeni bu değildi. Esas neden LTTE’nin kuzey ve kuzeydoğudaki varlığının bölgeye girmeye can atan çokuluslu şirketleri, turizmi ve dev endüstriyel tarım projelerini engellemesiydi. 2004 yılındaki tsunami, çok istenen sahil gayrı menkullerindeki binlerce balıkçı topluluğunu yok ederek bölgelerin hükümet kontrolünde temizlenmesinde etkili oldu ve hükümet kontrolündeki bölgelerde araziler şirketler için yeniden inşa edildi. Sri Lanka ordusunun kuzeye girişi tsunaminin işini tamamlıyor: tüm Tamil halkını toplama kamplarına gönderiyorlar, direniş hareketlerini yok ediyorlar ve bölgesel kontrolü savunuyorlar.

Sri Lanka, yaklaşık yüzde 74’ünü Sinhalaların oluşturduğu 21 milyon nüfuslu bir ülke. Nüfusun 3 milyondan fazlası Tamiller’den, 1 Milyonu Hindistan Tamilleri veya “iç ülke Tamillerinden oluşuyor. Sömürgecilik öncesi zamanlarda aralarında küçük ilişkiler ya da silahlı çatışmalar olan Sinhala ve Tamil krallıkları olmak üzere ikiye ayrılıyorlardı. İngiliz sömürgeciliği bu karmaşık toplumu bir emperyal çiftliğe dönüştürdü. Bu durum Sinhalaları tarım işlerine tabi kıldı ve Hindistan’dan büyük miktarda Tamil’i ülkenin merkez bölgelerindeki tarlalarda çalışmak üzere getirdi. 1948 yılındaki bağımsızlıktan sonra diğer Güney Asyalılar gibi Sri Lankalılar da ülkelerini sömürgecilik için oluşturulan ekonomi ve politikalar dışında bağımsız bir ülke olarak şekillendirmek için mücadele ettiler. Sinhalalar ve Tamiller tarımsal ve politik hakları için birlikte mücadele ederken etnik temelli hareketler de ortaya çıktı. Diğer Güney Asya ülkelerinde olduğu gibi bu “komünalizm” (federe topluluklara dayalı siyasal sistem – ç.n.) büyük zarara neden oldu. Anlaşmazlık, kamu hizmeti işlerindeki rekabette yoğunlaştı. 1956 yılında, Sinhalaların bir arada yaşaması için harekete geçen bir platform olan Sri Lanka Özgürlük Partisi (SFLP) Sinhala’yı resmi dil yaptı ve devlet memurluklarında kota koydu. Sinhala kontrolündeki ordu kuzey eyaletlerine ilk kez 1960’ların başlarında gönderildi ve suçlar işleyerek kırgınlıklara, sonuçta da gerilla hareketlerinin yükselmesine sebep oldu.

1977 senesi 3 sebepten dolayı kilit bir yıl: Birincisi 1977 yılında Tamil Birleşik Özgürlük Cephesi (TULF) kuzeydoğuda yeni bir özgür Tamil ülkesi zemininde seçimlere girdi, kuzey ve doğu illerinden çok büyük destek aldı ve Colombo hükümetinden özerkliğini ilan etti. İkincisi, LTTE de ilk kez bu yıl sahneye çıktı. Üçüncüsü ve en önemlisi ise IMF’nin yapısal düzenlemelerinin 1977 yılında Sri Lanka’ya gelmesi ve çatışmaları önemli ölçüde kızıştırması. Bağımsızlıktan 1977 yılında kadar Sri Lanka, Hindistan’ın Kerala eyaletine benzer biçimde göreceli ekonomik geriliğe rağmen toplumsal gelişmede tamamen kusursuz olmayan ancak ilgi çekici bir yer olarak görülüyordu. Bu ilerlemenin büyük kısmı yeniden yapılandırma sonrasında yitirildi. Örneğin 1950’lerde kanunla düzenlenen toprak reformu çiftçilere alacaklılara karşı belli derecede koruma sağlıyordu. Bu, IMF’nin yapısal düzenleme programı ile ortadan kalktı.

Finans, ticaret, hizmet ve inşa sektörünün özelleştirmeye açılmasına ek olarak, hükümet dev bir projeye, ülkenin en büyük nehrinin yönünü sulama ve enerji üretimi için değiştirecek olan Mahavali Planı’na katıldı. Bu planla ortaya çıkan yeni topraklar, Tamillerin yoğun bulunduğu doğuda yer almasına rağmen Sinhalalara verildi. Tamillerin nüfusun yüzde 40’ından fazlasını oluşturduğu doğuya (kuzeydeki nüfus oranları yüzde 96) 80 binden fazla Sinhala’nın yerleştirilmesi Tamil topraklarının sömürgeleştirilmesi olarak görüldü ve bir “Batı Şeria” çözümüne göndermede bulunuldu.

1977’den 1983’ kadar ekonomik durum IMF-Dünya Bankası yönetiminde kötüleşmeye devam etti. Fiyat kontrolleri ve sübvansiyonlar ortadan kaldırıldı, toplumsal problemler kötüleşti ve devlet protestolardan isyanlara kadar “terörizme” göz açtırmamak için kendisine yeni güçler verdi. 1983 yılı genel olarak iç savaşın başlangıç tarihi olarak varsayılır. O sene Sri Lanka ordusunun ihlalleri, LTTE’nin pusuları ve devletin ortaklığını da içeren Tamillere karşı binlercesinin öldürülmesiyle sonuçlanan dehşet verici toplumsa ayaklanmalar gerçekleşti.

1970’ler ve 1980’ler boyunca Sinhalaların ayaklanması –şu anda önde gelen siyasi partilerden olan- Janatha Vimukthi Perumana (JVP), yani Halk Kurtuluş Cephesi ile vücut buldu. Çoğunluğu Sinhala gençlerinden oluşan JVP çeşitli defalar (1971, 1987 ve 1989’da) ayaklandı ve önde gelen politik figürler öldürüldü. Ayaklanmalar 1971’de 10 bin ve 1987 ile 1989’da 40 bin veya daha fazla ölümle bastırıldı. Hindistan, JVP isyancılarının bastırılmasına Sri Lanka’ya destek oldu. İsyancılar iki şey talep ediyordu. Birincisi, LTTE’yi yükselten yapısal şiddet ve yoksulluk aynı zamanda çoğunlukta olan Sinhala halkı üzerinde de etkili oluyordu ve böylesi bir şiddet sadece etnik problem değildi. İkincisi, böylesi problemlerle bağlantılı olan devlet modeli onlara hitap etmiyordu, aktivistleri fiziksel olarak yok ediyor ve liderliği atamayı deniyordu.

1983’ten bu yana LTTE’ye karşı başlatılan savaş dört döneme ayrılabilir. 1983-1987 arasındaki I. Eelam Savaşı süresince Hindistan LTTE’yi destekledi ve bu dönem Tamil bölgelerindeki Hindistan Barış Gücü (IPKF) ile sona erdi. 1987-1990 arasındaki dönem, IPKF fiyaskosu periyoduydu ve söz konusu dönem IPKF’nin LTTE’ye karşı savaşması ve Sri Lanka devleti tarafından bölgeyi terk etmesinin istenmesi ile sonlandı. LTTE 1991 yılında Tamil Nadu’da Rajiv Gandhi’yi öldürdü. 1990-92 arasında LTTE bölgedeki 150 bin Müslüman’ı kuzey bölgelerinden çıkardı. 1990-1995 arasındaki II. Eelam Savaşı ateşkesle ve barış görüşmesi denemeleriyle sona erdi. 1995-2002 arasındaki III. Eelam Savaşı dönemi LTTE’nin en büyük askeri başarılarını kazandığı dönem oldu ve uluslararası gözleme tâbi bir ateşkes anlaşmasıyla sona erdi. 2006’da başlayan günümüz dönemi yani IV. Eelam Savaşı ise Sri Lanka ordusunun nihai zafer iddiası ile devam ediyor.

Sri Lanka’nın destekçisi ABD

Bu aşamada Sri Lanka ordusunun “başarısını” çeşitli etkenlerle açıklayabiliriz. Birinci ve en etkili etken LTTE’nin “Teröre Karşı Savaş”ın (ABD tarafından - ç.n.) başlamasıyla birlikte “terörist örgüt” ilan edilmesi. Bu sınıflandırma LTTE’nin ana finans ve tedarik kaynaklarını engelledi. Sri Lanka ordusu ayrıca LTTE’nin deniz ticaret hattını yok etti ve birçok tedarik gemisini batırdı. İkinci etken, LTTE’nin doğu komutanı Vinayagamoorthy Muralitharan’ın (Colonel Karuna) Mart 2004’te LTTE lideri Vellupillai Prabakharan’ın ana grubundan ayrılması. Nisan ortasında Prabhakaran’ın grubu hükümet koruması altındaki Karuna’nınkine saldırdı. Karuna, LTTE’nin 5-6 bin gerillasına ve sonuçta doğu bölgesine mal olan Tamil Eelam Halk Kurtuluş Kaplanları’nı (TEPLT) kurdu. Üçüncü etken, bölgesel aktörlerin (Çin, Pakistan, Hindistan) devletle eskisine göre daha yakın bir çizgiye gelmesi oldu. Dördüncü etken, Sri Lanka hükümetinin “Teröre Karşı Savaş”ın bir parçası olarak ABD’nin desteğini alması. Bu operasyonda ABD’nin Sri Lanka’ya desteğinin boyutu bilinmiyor, ancak ABD operasyonun başlamasından aylar önce Sri Lanka Deniz Kuvvetleri’ne bir değerlendirme ekibi gönderdiğini açıkladı. 14 Mayıs günü Hindistan’da konuşan ABD Pasifik Birlikleri Komutanı Amiral Timothy J. Keating gazetecilere şöyle konuşmuştu:

“İki-üç ay önce Sri Lanka’ya buradaki elçimiz ile birlikte çalışmak ve duruma uyum sağlamak amacıyla başında tuğgeneral olan Deniz Kuvvetleri’ne bağlı bir askeri değerlendirme gücünü gönderdik. Daha önce gerçekleşen ve hâlâ elverişli olan bir takım askeri seçenekleri hazırladık.”

Beşinci etken 2004 tsunamisinin yıkımı ve LTTE’nin politik yeniden inşadan zarar görmesi. 20 bin insan öldü, 500 bin ila 1 milyon insan evsiz kaldı ve balıkçıların üçte ikisi yok oldu. Tsunamiden etkilenenlerin büyük kısmı Tamiller ve Müslümanlardı. Tsunami tarafından en ağır biçimde vurulan Mullauitivu, günümüzdeki çatışmaların mevzilerinden biriydi. ABD ve Hindistan birlikleri, tsunami sonrası kuzeyden gelen yardım çağrılarına yanıt verdi ve LTTE bu güçleri hükümete istihbarat sağlamakla suçladı.

Başlatılan son saldırılarda binlercesi toplama kamplarına tıkılan Tamil halkı “emniyet bölgesindeki” dehşeti unutmayacak. Durumu belirsiz olan Tamil halkının karşı karşıaya olduğu tehlikeler, politik bir çözüm olmadıkça artmaya devam edecek. Sonuç olarak, sürdürülen kanlı katliam tsunaminin başlattığı şeyi bitirmeyi, toprakları temizlemeyi, insanları hapsetmeyi ve toprakları yağmacılığa devretmeyi amaçlıyor.

http://www.zmag.org/znet/viewArticle/21482 adresine yayımlanan yazıdan yararlanılarak hazırlanmıştır.

Sri Lanka ordusu, Tamil Eelam Kurtuluş Kaplanları (LTTE) lideri Velupillai Prabhakaran’ın oğlu Charles Anthony’nin de aralarında yer aldığı örgütün önde gelen 7 liderinin bugün ölü bulunduğunu iddia etti. Ordu yetkilileri ayrıca Prabhakaran, fikri lider Pottu Amman ve “Deniz Kaplanları” komutanı Sosoi’nin de 10 bin metrekarelik bir alanda sıkıştırıldığı iddiasında da bulundu. Savunma Bakanlığı’nın açıklamasına göre LTTE’nin hava kuvvetlerinin komutanı Charles Anthony’nin cesedi “emniyetli bölgede” Tamil savaşçılarının elinde bulunan son alana yönelik operasyon sırasında bulundu.

Bakanlığın iddiasına göre aynı operasyonda Kaplanlar’ın politik lideri B. Nadesan, barış sekreteryası lideri Pulidevan ve LTTE özel kuvvetleri lideri Ramesh ile polis şefi Ilango ve önde gelen liderler Sundaram ve Kapil Amman’ın cesetleri de bulundu. Son iki günde öldüğüne dair spekülasyonlar yapılan Prabhakaran’ın akıbetine dair ise herhangi bir açıklama yapılmadı.

http://www.hinduonnet.com/thehindu/holnus/000200905180941.htm adresinde yayımlanan haberden yararlanılarak hazırlanmıştır.

10 yıldan fazla bir süredir, özellikle de 2001’deki ekonomik çöküşten sonra yüzlerce Arjantin fabrikası kapılarını kapatarak işçileri kapı dışarı etti. Kimileri başka bir iş ararken kimileri de iş ortamını geliştirmeyi bekledi. Bununla birlikte küçük bir azınlık ise sahipleri tarafından tek edilmiş fabrikalarını yönetimlerini devraldı ve yeni işlere başlayarak “kurtarılmış fabrikalar” olarak bilinen şeyleri meydana getirdi. Hotel Bauen çalışanları da bu fenomenin parçası.

1978 yılında, Arjantin 1976-1983 yılları arasında süren askeri diktatörlük altındayken Dünya Futbol Şampiyonası’na ev sahipliği yaptığında rejim ile sıkı bağları olan bir işadamı olan Marcelo Iurcovich devletin Ulusal Kalkınma Bankası’ndan hiçbir zaman geri ödenmeyecek bir kredi alarak oteli inşa etmiş. Otel ismini Buenos Aires Una Empresa Nacional’in (Buenos Aires: Ulusal Bir Şirket) baş harflerinden almış. Bauen iflas etmiş ve krizin ortasında, Aralık 2001’de Şilili bir gruba satıldıktan sonra kapanmış. Ancak otelin işten kovulan 100’den fazla çalışanı vazgeçmemiş. LatinAmerica Press muhabiri Paolo Moiola, Bauen çalışanlarından Marcelo Ruarte ile bir söyleşi gerçekleştirdi:

Girişte Bauen’in yeniden doğuşunu kutlayan bir tabela var. Ama bu tabela başta farklıydı.

Bauen, 1978 Dünya Kupası sırasında diktatörlük tarafından kurulmuş. Bu spor etkinliği askeri cuntanın halka baskıyı ve işkenceyi unutturma stratejisinin bir parçasıydı.

Otel tarihinde birçok dramatik an mevcut.

Otel 28 Aralık 2001’de kapatıldığında ben 21 yıldan beri Bauen’de çalışıyordum. 21 Mart 2003’ten bu yana oteli sloganı “işgal et, diren, üret” olan Ulusal Kurtarılmış Fabrikalar Hareketi’nin desteğiyle işgal altında tutuyoruz. Bu çok zor. Hiçbirimiz aktivist / eylemci değildik. Dış kaynaklı mekanizmaların mahkumlarıydık: neoliberalizm, küreselleşme ve patronlarımızın körü körüne benimsediği vahşi ve zalim politika.

Bugün Bauen ortaklığında 150 kişi çalışıyor. Bu, sizin gururla söylediğiniz gibi “patronsuz bir iş”. İşçiler nasıl anlaşabiliyor?

Her şey işlemiyor. Toplantılarda “Ben bunun şefiyim” diyen bazı yoldaşlar oluyor. Bazı diğerleri günlük olarak işlerini yapmıyor ve iş arkadaşları onların yerine çalışmak zorunda kalıyor.

Bu neden oluyor? Bu durum bazılarında yerleşmiş olan bir çalışma kültürü problemi. Onlara göre patronlar olmadan hiçbir şey yapılamaz. Ancak Bauen, iyi niyet olursa sermaye bile olmanda ne yapılabileceğinin kanıtı. Şu sıralar –sadece Arjantin’den bahsetmiyorum- başarılı olmanın başka bir yolu yok.

Bauen’in yaklaşık 200 odası ve 500 yatağı var. Otel, sektörde rekabet edebilir hale gelecek mi?

Buenos Aires’le sınırlı bu büyük otelin başka bir tasavvur ve amacı var. Biz kurtarılmış bir şirket olarak hikâyemize ilgi çekmeliyiz.

Arjantin’de 200’den fazla kurtarılmış işletme var. Bunun bir başarı hikâyesi olduğunu söyleyebilir miyiz?

Bizim açımızdan iyi gidiyor ancak bütün kurtarılmış işletmeler için durum aynı değil. Ürün üreten bir işletme hammadde bedeli ödemeli ve kapitalist pazarda kredi almak kolay değil. Başka bir ekonomi yaratmayı denememizin nedeni bu: insanlık onuruna saygılı bir dayanışma ekonomisi. Bu bazılarının düşündüğü gibi yoksul halk ekonomisi değil.

Bauen, başka işçiler için bir referans noktası.

Evet, onlara yardımcı olmayı deniyoruz. Örneğin bir yoldaş gelip “Ücretimizi ödemiyorlar”, “Üretim araçlarımızı götürmeyi deniyorlar” dediğinde “Makinelere el koyun” önerisinde bulunuyoruz, çünkü bazen acil ve somut bir çözümünüz olabilir, çünkü siyasetçi bürokrasisi ya da sendikacı karmaşıklığınız yoktur.

İşgallerden ve kamulaştırmalardan bahsettiğiniz zaman genelde özel mülkiyeti koruyan kanunla çatışma riskiniz var. Bu sorun oluyor mu?

Gerçekten de biz binanın mülk sahipleri değiliz; kanunlara göre yasadışı biçimde buradayız. Bu nedenle devletten binanın sahibi olmasını ve kendi projelerimize devam etmemize izin vermesini istedik. Milyon dolarlar yatırdık ve işçi meclisinde bazıları her aman şunu soruyor: “Neden bizim olmayan bir tesise yatırım yapmaya devam ediyoruz?” Örneğin şu anda havuzu ve metalden yapılmasından dolayı paslanan binanın dış cephesini elden geçiriyoruz.

Temmuz 2007’de mahkeme sizin lehinizde karar vermedi. Bu hayal kırıklığını nasıl açıklıyorsunuz?

Bauen davasına bakan Yargıç Paula Hualde özel mülkiyete mutlak atıfta bulundu. Yasaya göre binanın sahibi Mercoteles (Arjantinli turizm şirketi – ç.n.). Mercoteles’in oteli devletten aldığı parayla, suistimal ve ahlaksızlıkla inşa etmiş olması mahkemenin umurunda değil. Biz çalışma hakkıyla (Arjantin anayasasının maddesi) karşılık verdik.

http://www.lapress.org/articles.asp?art=5858 adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Sri Lanka ordusunun Tamil Eelam Kurtuluş Kaplanları’na (LTTE) yönelik başlattığı operasyon devam ederken, geçici hastane kaynakları ordunun “güvenli bölge”deki ayrım gözetmeyen roket yağmuru sonucu dün geceden bu sabaha (10 Mayıs) kadar geçen sürede çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan iki bin sivilin katledildiğini belirtti. Doktorlar, cesetlerin etrafa yayıldığını ve sabah saat 09.25 itibari ile geçici hastaneye 814 yaralı sivilin ulaşmayı başardığını ifade ettiler. Aralarından uluslararası yasaklı misket bombaları ve çok namlulu füze atarlar ile topların da bulunduğu öldürücü silahlar, sözde güvenli bölgeyi ölüm tarlasına dönüştürüyor. Ordu, uluslararası ilgiyi en aza indirmek amacıyla katliamları için özellikle hafta sonlarını seçiyor.

Hastanedeki hemşirelerden Gracian Tharmarasa’nın bütün ailesi bombardımanda hayatını kaybetmiş. Ölü ve yaralıların kesin sayısı henüz doğrulanmış değil. Şu ana kadar hastaneye aralarında 67 çocuğun da bulunduğu 257 ceset getirildi. Hastaneye getirilen yaralıların ise 112’si çocuk. Tıbbi kaynaklar, Mu'l'li-vaaykkaal’da bulunan bir ortaokulda faaliyet gösteren geçici hastanenin durumla başa çıkmak için kelimelerle anlatılamayacak biçimde mücadele ettiğini belirtti.

Colombo’daki siyasi çevreler, geniş çaplı katliamın Hindistan’ın Colombo’yu (Sri Lanka’nın başkenti - ç.n.) hükümet değişmeden önce savaşı sonlandırması konusunda kışkırtmasının sonucu olduğuna inandıklarını ifade ederken, Obama yönetimi döneminde “teröre karşı savaş”ın da “sivillere karşı savaş”a dönüşür göründüğünü ekliyorlar.

Haberin oluşturulmasında http://www.tamilnet.com/art.html?catid=13&artid=29311 adresinde yayımlanan haberden yararlanılmıştır.

İsrailli eylemci hapse girecek

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Yazan: Neve Gordon *

Ezra Nawi insanların evlerini korumaya çalışırken kendisiyle alay edildi ve gözaltına alındı. Ona şimdi sadece uluslararası ilgi yardım edebilir.

Uluslararası müdahale olmazsa İsrailli insan hakları eylemcisi Ezra Nawi çok büyük ihtimalle hapse girecek. Nawi, tipik bir hak eylemcisi değil. Arap-Yahudi birlikteli olan Ta’ayush** üyesi olan Nawi, akıcı içimde Arapça konuşan Irak kökenli bir İsrailli Yahudi. 50’lerindeki bir eşcinsel ve su tesisatçısı. Muhtemelen marjinal görülen kesimlerden geliyor olmasından kaynaklı olarak, çoğu kez şiddetle marjinalize edilen diğerlerine empati ile yaklaşabiliyor.

“Suçu”, bir İsrail askeri buldozerinin Güney El Halil bölgesindeki Um El Hir’de bulunan Filistinli Bedevilerin evlerini yıkmasını engellemeyi denemek. Söz konusu Filistinliler neredeyse 42 yıldır işgal altında yaşıyor; hâlâ elektrik, çeşme suyu, ve diğer temel hizmetlerden yoksunlar ve devamlı olarak Yahudi yerleşimciler ile askerlerin tacizine uğruyorlar.

Şans bu ya, yıkım ve buna karşı direniş filme alındı ve İsrail’in birinci kanalında yayımlandı. Mutlaka görülmesi gereken söz konusu görüntü yeşil bir ceket giymiş olan Nawi’yi sadece yıkımı cesurca protesto ederken değil, aynı zamanda yıkımdan sonra İsrail sınır polisine icraatları hakkında ne düşündüğünü söylerken de gösteriyor. Nawi, gözaltına alınmasının ardından elleri kelepçeli biçimde askeri araçta otururken şöyle bağırıyor: “Evet, ben de bir askerdim, ama evleri yıkmadım… Yıkımdan burada kalacak tek şey nefrettir.”

Film daha sonra polislerin Nawi’ye gülmesini gösteriyor. Ancak onun cesaretine karşılık olarak, sırf dalga geçmekle yetinmiyorlar ve onu bir polise saldırmakla suçlamaya da karar veriyorlar. Filme alınan bütün bu açık tanıklığa karşın, bir İsrail mahkemesi Nawi’yi 2007’de gerçekleşen bir saldırıyla bağlantılı olmaktan suçlu buldu ve Nawi önümüzdeki Temmuz ayında cezaevine girecek. Muhtemelen kitlesel halk itirazı olmazsa…

Nawi’nin durumu sadece Nawi ile ilgili değil. Aynı zamanda İsrail ve İsrail toplumuyla ilgili, çünkü birileri insan haklarına ve demokrasi destekçisi eylemcilere müdahale eden bir devlet hakkında çok şey öğrenebilir.

Çoğu insan Suriye’de, Mısır’da, Suudi Arabistan’da, Fas’ta ve diğer bazı Ortadoğu ülkelerinde insan hakları eylemcilerinin düzenli olarak gözaltına alındığını, yargılandığını, hapsedildiğini ve taciz edildiğini öğrendiğinde gerçekten şaşırmıyor. Gerçekten de bu rejimlerin otoriter doğasının, yurttaşlarının insan hakları için etkin biçimde mücadele etmesini tehlikeli hale getirdiği bilinen bir gerçek.


Bu anlamda İsrail, çoğu komşusundan farklı. Mısır ve Suriye’deki benzerlerinin aksine İsrailli hak eylemcileri, özellikle de Yahudi olanlar hapsedilme korkusu olmaksızın devletlerinin hak ihlallerini içeren politikalarını eleştirebiliyorlar. Bugüne kadar İsrail toplumunun antidemokratik eğilimleri kendisini açığa vurdu, genellikle de devletin Filistinli vatandaşlarıyla, işgal altındaki Filistin yerleşimcilerle ve küçük bir grup dürüst Yahudi muhaliflerle ilişkisinde.

İnsanlar, diğer korkutucu gelişmelerle (New Profile ve Target 21 eylemcilerinin asker kaçaklarını suça teşvik etmekten sanık olmaları) birlikte Nawi’nin yaklaşan mahpusluğunun İsrail’de kurulan aşırı sağcı hükümete bağlı olduğunu sanabilir. Halbuki gerçeği söylemek gerekirse aşırı sağın yükselişi sadece İsrail toplumundaki proto-faşist unsurların, uzun yıllardan beri zemin ve meşruiyet kazanan unsurların artan mevcudiyetini yansıtıyor.

Nawi’nin durumu, bireysel ve toplumsal düzeyde temsil ettikleri adına İsrail’deki mevcut gerçekliği özetliyor. Arkadaşları bir kampanya başlattılar ve insanlardan tüm dünyadaki İsrail elçiliklerine mektup yazmalarını istiyorlar. Bu noktada sadece uluslararası ilgi ve müdahale fark yaratabilir.

* Neve Gordon: İsrail’in Ben-Gurion Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölüm Başkanı ve California Üniversitesi yayınları’ndan 2008 yılında çıkan “İsrail’in İşgali” kitabının yazarı. İnternet sitesi israeloccupation.com

** Ta’ayush: Kelime anlamı “bir arada yaşam” olan, işgale ve ayrımcılığa karşı mücadele eden, işgal altındaki bölgelerdeki halka yiyecek desteği gibi eylemlerde de bulunan örgütlülük.

http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2009/may/06/israel-human-rights-police adresinde yayımlanan yazıdan çevrilmiştir.

Yazan: James Winter *

Domuz gribi denilen “salgına” kapıldığımızdan bu yana bir haftadan biraz fazla zaman geçti. Eğer bir salgından söz edilecekse bu korku ve açgözlülük salgınıdır.

Basın, sayfalarını ve haber bültenlerini Meksika, Teksas ve hatta daha yeni yürümeye başlayan bir çocuğun ölüm haberinin verildiği Kanada’dan ölüm haberleriyle dolduruyor. Bakterileri öldüren tıbbi maskeler üreten şirketlerin hisseleri tavan yaparken politikacılar bir ulusal aşı programını tartışıyor. Canwest News (Kanada’nın medya tekeli - ç.n.), Vancouver Havaalanı’nda kuzeninin Meksika’daki tatilinden dönmesini bekleyen maske takmış adamın fotoğrafını yayımlayarak belirgin biçimde bu duruma yardımcı oluyor. Toronto Borsası “domuz gribi korkuları” ile resmen yerle bir oldu. Havayolları ve tur operatörleri Meksika yolculuklarını askıya aldı. Söylentilere göre virüs 4 farklı eyaletten 13 Kanadalıyı etkilerken havaalanlarındaki taramalar arttırıldı.

Medya tarafından yapılan utanmaz korku yaygaracılığı histeri üretti ve sonra da çözüme işaret etti:

“Bir aşı hazır olana kadar başlıca savunma hattı hükümetin ulusal antiviral ilaç stoku olacak. Bazı uzmanların enfeksiyonu önlediğine ve salgının yayılmasını yavaşlattığına inandığı Tamiflu ve Relenza…” (Canwest News’ten Andrew Mayeda’nın haberi)

2005 yılında Tamiflu, kuş gribinin baş göstermesine karşılık olarak Japon çocuklarına verilmişti. Village Voice’tan James Ridgeway o zaman şöyle yazmıştı: “…geçen hafta Japon gazeteleri Tamiflu verilen çocukların nasıl çıldırdıklarını ve pencereden atlatarak nasıl intihara kalkıştıklarını yazdı. FDA (Amerikan İlaç ve Gıda İdaresi – ç.n.), uyarıcı açıklamada çocuklar arasında 12 ölüm olduğunu belirtmiş ve kalp ve akciğer rahatsızlıkları ile birlikte psikiyatrik bozukluk bildirimleri olduğunu söylemişti.”

Şirket medyasına göre önceki olaylar çoktan beri hafızanın derinliklerinde kaybolup daha fazla “haber” teşkil etmezken tarih tekerrür ediyor. Bu nedenle domuz gribinin bundan önce Fort Dix askeri üssünde ortaya çıkmasıyla birlikte, ABD Başkanı Gerald Ford’un 125 milyon dolara mal olan bir ulusal aşı kampanyası düzenlediği 1976’da ne olduğunu az sayıda insan hatırladı. Sınırın kuzeyinde hiçbir vaka bildirilmemesine rağmen Kanada da ücretsiz aşılamalarla aynı şeyi yaptı. ABD’de aşılamalar, 220 milyon kişiden 40 milyonu aşılandıktan sonra durdurulmuştu. Sonuçta domuz gribinden sadece bir kişi ölmüş, ancak 500 kişi aşının yan etkisi olarak ortaya çıkan ve sinir sistemini felce uğratan ender görülen bir hastalık olan Guillain-Barré Sendromu’na yakalanmış, 30’un üzerinde kişi de ölmüştü.

Donald Rumsfeld ilaç şirketi CEO’suydu

Domuz gribi histerisi bağlamında, sadece kamu güvenliğine dair değil, üretilen krizlerden kimin zengin olacağına dair de soru sormak zorundayız. Örneğin 2005 yılında, kendisi Tamiflu’nun patentine sahip olan ilaç şirketi Searle’nin eski CEO’su olan ABD Eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, 18 milyon dolar karşılığında Tamiflu stoku yaptı. Dolayısıyla, medya şirketleri histeri üretmede kamuoyu üzerindeki güçlerini kullandıklarında hükümetler de bazen halka zarar veren, hatta öldüren aşıları satın almalarını gerekçelendirmek amacıyla histeriyi kullanıyorlar. Aynı zamanda, Rumsfeld ve diğerleri gibi hükümet/şirket insanları da korku çığırtkanlığı, açgözlülük ve gücün istismarının örneği olarak kamusal harcamalarla dev kârlar gerçekleştiriyor.

Büyük ilaç firmaları patentleri, özel pazarları, ilaç projelerini kullanarak dev kârlar yapıyor. İlaç endüstrisi kirli bir iş. Araştırmaları tahrif ediyorlar, insan sağlığını ve hayatını riske atıyorlar, ilaç tanıtım kampanyaları için ünlüleri, tıp doktorlarını kullanıyorlar, daha sonra “iyileştirecekleri” doğada varolmayan hastalıklar üretiyorlar. Dev ilaç şirketleri“yüksek kolesterol salgını” yaratabilmek için kolesterol düzeyi esaslarını elden geçiriyorlar ve birçok yan etkisi olan kolesterol düşürücü ilaçlardan kâr elde ediyorlar. Ancak bununla da bitmiyor. Tıp öğrencilerini ve doktorları “eğitiyorlar”, ilaçlarını yazacak bu kişilere ücretsiz aşılar gibi teşvik primleri veya rüşvet veriyorlar; araştırma sonuçlarının açıklanmasını büyük itirazlarla ve sıkı anlaşmalarla kontrol ediyorlar. Daha sonra doktorların ve kamu güvenliğini savunan Nancy Olivieri gibi yolsuzluklarını açığa çıkaran diğerlerinin kariyerlerini ve itibarlarını mahvetmeyi deniyorlar.

Yozlaşma henüz bitmedi. Dev şirketler, rüşvetin bedeli olarak isimlerini yazılarında zikreden tanınmış tıbbi araştırmacılara makaleler yazdırıyorlar. Tabii ki bu görünüşte “objektif, bilimsel” makaleler akademik tıbbi yayınlarda yayımlanıyor, şirket ilaçlarının faydalarını vurgulamaya ve sorunlarını önemsiz göstermeye hizmet ediyor.

* James Winter: Windsor Üniversitesi Basın, İletişim ve Sinema Bölümü’nde profesör. Büyük ilaç şirketleri ve diğer sorunlar üzerine “Medyanın Bize Söylediği Yalanlar” (Lies Media Tell Us) kitabında geniş olarak yazmıştı.

http://www.zmag.org/znet/viewArticle/21318 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Blog içi arama

En çok okunanlar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

İzleyiciler

Günlük Arşivi